20 Ekim 2017 Cuma

Güz Bulutları




"Sözüm olsun Özkan'a..." dedi Güneş.

"Bir gün çöle düştü yolum." dedi. Sesi kısılmış, gözleri değmişti Özkan'ın gözlerine. Uzakta çalan kemaneyi dinliyordu. Rüzgar kemaneye neyi karıştırıp üflüyordu. Nasıl derlerdi; Dinle neyden! Bak neler söyler sana. "Dinle küçük kız." dedi Özkan, "Sesimin sesine karıştığı o anı dinle. Ey çöl kokulu sevgilim, bizim hikayemizde ne Leyla bellidir ne de Mecnun. Bak bana, bak sana. Hangimiz sensin, hangimiz benim. Ben seninle öyle bir haldeyim ki ben sen miyim yoksa sen ben misin, bir türlü kestiremiyorum."

"Çöl de bizim, okyanus da. Hangisi evim bilmiyorum. Hangisi gerçekten benim?" dedi Güneş. Çölde, kum tepelerinin ardında ay doğuyordu. Gülümsedi usulca. Güz bulutlarını hatırladı. "Bu bizim son savaşımız." demişti Müfettiş ona. Bunu söyleyeli üç güz geçmişti, savaş bitmemişti. Yorgundu Güneş ama pes de etmemişti. Bu savaşta kaç kere yere düştüğünü, kaç karşılaşmada kendini kaybettiğini hatırlayamadı. Ama "Böyle olur." demişti Hayal ona. "Bak gökyüzüne kuşlar da böyle; ay da, güneş de böyle. İsa da böyle. Onun da yenilgileri oldu. Kalk ayağa küçük kız." Kalktı ayağa Güneş. Önce Özkan'a baktı, sonra ruhuna. Baktı ki farklı değiller birbirinden. "Çölleri aşan yüreğim, yüreğin..." diye yineledi yerinden, "Dağları delen ellerim ellerin senin. Ben senim."

Cem'i hatırladı sonra. "Ah başak saçlı narin dostum..." diye geçirdi içinden. Yüreği yandı, nasıl yanmasındı. Ona sarıldığı o son anı, burnunun direğini sızlatan o çiçek kokusunu, Cem'in "Çok belli ediyorsun. Bana söz ver, ağlama." deyişini ve sözünü asla tutamayışını, yerin altına inip ona dokunduğu o anı nasıl silsindi içinden? Gökyüzü inseydi yere, yıldızlar oynasaydı yerinden de bir bir düşseydi çöllere; Güneş toprağa koymasaydı Cem'i, onunla ölmeyi dilemeseydi. Ama hayat ya, dermiş Allah: "Kimin benden daha çok seversen onu senden alırım." ve ekler: "Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım." Yaşadı da Güneş. Lotus meleklerine rağmen, Özkan'ı da ondan alışlarına rağmen yaşadı.

"Benliğini bana ver." diyordu Özkan,"Benim olmayanı nasıl vereyim?" diyordu Güneş. Parça parça edilmiş ruhu da bedenini yaralamıştı. Ama tanımıştı da, Özkan O'ydu. Sırdı. Aşktı. Ve savaş böylece başlamıştı. Sırrı korumak, sırrı yaşamak, Cem'e kavuşmak, Özkan'ı yaşatmak arasında kaç kış geçti, kaç güz bitti kimse sayamadı. Cem'e kavuşamadı, Özkan'ı yaşatamadı Güneş. Soldu, döndü toprağına. Ve o an yeniden doğdu, yeniden çıktı aydınlığa. Yeniden başladı yazmaya ve yaşamaya, yeninde başladı sevmeye.

Dedi ki: "Öyküyü ben yazdım, ben uçurdum kuşları. Ben parçaladım ruhumu da ben yarattım yaşananları." Cem de döndü geri Özkan da. Onu terk edip giden Emre ve Hayal de döndü umutlarına. Yeninden yazıldı koskoca öykü. Ve asla bitmeyeceğine de o zaman karar verdi.

Anladı ki Zeynep, bu sadece Güneş'in veya Özkan'ın öyküsü değildi. Zeynep'in de değildi. Bu hepimizin öyküsüydü. Asla bitmeyecek bu öykü hepimizin yükü, hepimizin umuduydu. Bir satırı bin göz yaşına denkti. Ve bitirdi küçük kız:

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...