Ne hissettiğimin bir önemi yok, dedi küçük kız ve
sustu. Gerçek değildi yaşadıkları. Gökyüzüne bakar gibi baktı aynadaki
gözlerine. Vakit, gitme vaktiydi.
Ve gittim.
Gözlerimi açtım. Kulağımda inceden inceye mırıldanan ezgiyi dinledim önce.
Küçük bir mırıltı gibi, rüzgara karışıp çalan bir ud sesiydi. Tanıyor gibiydim
ama çıkartamadım. Rüzgar esmeye başladı sonra. Kurak ve sıcak çöl rüzgarı
saçlarımı kumlarla dolduruyordu. Dudaklarım kurumuştu. Ama susuzluğum suya
değildi sadece. Bir cevap arıyordum.
Başımı doğrulttum, alnımı değdirdim güneşe. Ve güneş bana o devasa taş
yığınlarını buldurttu. İlk kez o zaman galip geldim korkularıma, daha sonra
adına "Müfettiş" diyeceğim karanlık sırlara. Tanımıştım, taş
yığınları Santiago'nun hazinesini aradığı, uğruna tüm koyunlarını satıp
bilinmeze atıldığı yerdi. Benim ikiz kardeşim, yasak sevgilim, memleketim, kara
sevdamdı. Dokundum. Parçalı ve sert yüzeyindeki her bir karesini hissettim
tenimde, kokusu karışsın sayfalarımın kokusuyla diye.
Gize'ymiş orası. Öyle dedi bir anda yanıma gelen Hayal. "Ben senin hayal
arkadaşınım." dedi. Bir öykü düşecekmiş gönlüme ve bir yara açacakmışım
kendimde. Aşık olacakmışım; doyamadan, toprağa gömecekmişim. Yazacak, yazdıkça
yaşayacakmışım. Öyle söyledi küçük kız. Gözlerini gözlerime değdirdi. Ruhunu
ruhuma taşıyarak: "Yaşadığımız herşeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için
yaşarız Güneş. Soğuklara hazır ol çünkü üşüdüğünü hissedeceksin." dedi.
"Ne hissettiğinin bir önemi yok. Yüreğin artık yüreğim." dedi.
Sustum. Ne söylenebilirdi ki. Gözlerimin önünden akıp gitti bütün hikaye.
Emre'nin gelişi, Cem'e sarıldığım o son an. Ah başak saçlı narin dostum. Öyle
güzeldi ki kokusu ve öyle mağrur. Özkan'ı gördüm sonra. Benliğini bana ver
Güneş, derken sesinin nasıl kısıldığını seyrediyordum. Çöl kokulu sevgilim
diyordu bana, ben de ona öyle sesleniyordum. Aynı anda. Seslerimiz karışıyordu
birbirine. Ve öyle çok seviyordum ki, kendimi sevmeyi unutuyordum.
Kendime geldim bir anda. Hayal de kaybolmuştu. Ben, o taş yığınlarımın arasında
kalakalmıştım. "Benim Mısır'ım." diyordu Champollion oraya, ben ise
sadece "yasak kentim" diyebiliyordum; Yusuf'un Ken'anı, bana yasak
kentim.
Sana geldim ey çöl!
Ben
de sen gibiyim çünkü. Hüzünlü, parça parça ve an be an karışıyorum rüzgara.
Savruluyorum. Soğuyorum. Parmaklarımdan kök salıyorum toprağa. Tıpkı yalnız bir
akasya gibi, çöle karışıp hayat buluyorum.
Bu bir itiraf manifestosudur. Güneş'in kendini kaybettiği, kendini bulduğu ve
sonra yine kaybettiği öykünün giriş satırlarıdır.
İtiraf ediyorum ki, Cem'in öldüğü öyküyü ben yazdım. Kokusunu kursağımızda ben
bıraktım. Ben yok ettim Güneş'in hayata tutunma sebeplerini ve ben gönderdim
Emre ile Hayal'i. Ben yazdım da geldi Özkan ve feda etti melekliğini Güneş'i
uğruna ve Güneş adı gibi yemin etti sırrı korumaya. Özkan'ı Müfettiş katletti.
Ben yazdım ve kaybolup gitti. "İyi bilirdik." dedik tabutuna doğru,
ama hiç iyi bilinmedi Özkan. Ben yazdım Güneş ve Özkan'ın yasak aşkını ve ben
ortaya çıkarttım. Müfettiş Güneş'i bulduğunda, o küçücük otel odasında,
parçalanmış yüzünü değdirdi Güneş'e. Ben akıttım Güneş'in kanını. Korkularımı
hep Müfettiş ile yazdım. Ve yazdım, yazmaya devam ederken döndü Özkan
Güneş'ine. Dedi ki: "Seni seven her kalp benim kalbim.", "Ya
sevmeyenler?" dedi Güneş, "Sana değen her kalp benim kalbim."
dedi Özkan. Ama Güneş unuttu. Özkan'ı unuttu, ona olan sevgisini unuttu.
Adım Güneş. Adım gibi parlak olsun isterdim hayatımı. Benim yurdum ötelerde,
okyanusun ötesinde bir yerlerde. İşte bu yüzden okyanusların ötesi daima
kuraktır yüreğimde. Yüreğime hoş geldiniz. Okyanusun Ötesinde görüşmek üzere...