“Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı
çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır.”
Bu cümleleri ilk kez okuduğumda henüz 16 yaşındaydım.
Bir okuyuşta bitivermiştim kutsal kitabım Simyacı’ı. O gece de ona sarılıp uyumuştum.
Ve kendimi yalnız hissettiğim bazı geceler hala da yaparım onu. Önce
sayfalarını koklar, yıllar önce altını çizdiğim satırları yeniden okur ve
yastığım bir köşesine iliştiririm. Ben bana Santiago’dan ne iyi bir dost, ne de
ayna bulabildim çünkü. Ah delikanlı, bilsen yüreklerimizdeki sızıların bile
aynı olduğunu…
Kitabı ilk kez bitirdiğim akşam, kitabın kapağını
kapatıp, ağlaya ağlaya “Gitmeliyim.” demiştim. “Düşlerimin peşinden, kişisel
mankıbemin peşinden gitmeliyim.”
Peki neydi beni kişisel mankıbem? Aslında bu soruyu
bile sormamıştım kendime. Çünkü öyle iyi biliyordum ki nereye gitmem
gerektiğini. Ve de öyle iyi biliyordum ki benim yolumun yürünerek
geçilmeyeceğini.
İçimde yıllarca var olan ama adını bir türlü
koyamadığım sırrımı keşfettim önce; “gizemli olanın peşinden gitmek” ya da
bunun gibi bir şey. Sonra çölümü keşfettim. Ve o an anladım ki, çöl en büyük
sırlara gebeymiş. Çöl, var oluşun ve yok oluşun anahtarını tüm ihtişamıyla
yüreğinde barındırırmış. Bu yüzden okyanusların ötesi çölmüş. Okyanusların
ötesi benim kendime aradığım yuvammış.