“Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı
çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır.”
Bu cümleleri ilk kez okuduğumda henüz 16 yaşındaydım.
Bir okuyuşta bitivermiştim kutsal kitabım Simyacı’ı. O gece de ona sarılıp uyumuştum.
Ve kendimi yalnız hissettiğim bazı geceler hala da yaparım onu. Önce
sayfalarını koklar, yıllar önce altını çizdiğim satırları yeniden okur ve
yastığım bir köşesine iliştiririm. Ben bana Santiago’dan ne iyi bir dost, ne de
ayna bulabildim çünkü. Ah delikanlı, bilsen yüreklerimizdeki sızıların bile
aynı olduğunu…
Kitabı ilk kez bitirdiğim akşam, kitabın kapağını
kapatıp, ağlaya ağlaya “Gitmeliyim.” demiştim. “Düşlerimin peşinden, kişisel
mankıbemin peşinden gitmeliyim.”
Peki neydi beni kişisel mankıbem? Aslında bu soruyu
bile sormamıştım kendime. Çünkü öyle iyi biliyordum ki nereye gitmem
gerektiğini. Ve de öyle iyi biliyordum ki benim yolumun yürünerek
geçilmeyeceğini.
İçimde yıllarca var olan ama adını bir türlü
koyamadığım sırrımı keşfettim önce; “gizemli olanın peşinden gitmek” ya da
bunun gibi bir şey. Sonra çölümü keşfettim. Ve o an anladım ki, çöl en büyük
sırlara gebeymiş. Çöl, var oluşun ve yok oluşun anahtarını tüm ihtişamıyla
yüreğinde barındırırmış. Bu yüzden okyanusların ötesi çölmüş. Okyanusların
ötesi benim kendime aradığım yuvammış.
Heredot Mısır’da, Sfenks’in metrelerce altında uzanan
dünyadan bahsetmiş. “Ya doğruysa?” dedim içimden, “Ya evrenin bütün sırları
aslında avuçlarımızın içindeyse?..” Onlarca kitap okudum, onlarca sayfa
karaladım.
Ama başka bir şey oldu. Bambaşka bir şeyle tanıştım.
Sırt çantam çöl yolculuğum için hazırken, kendimi Konya’da buluverdim.
“Aşıkların Kabesi’di” derlermiş oraya. Saatlerce, sokaklarında kaybola kaybola
yürüdüm durdum güzel şehrimde. Şems’e uğradım önce. Durdum ayak uçlarında,
“Yatır beni dizine”. dedim, “Okşa saçlarımı. Ve anlat bana AŞK’ı. Senden
duymazsam anlamam. Sen söylemezsen işitemem yüreğimi kor gibi yakacak olan
gerçekliği.”
Anlattı bana. Uzun uzun, tane tane. “Zor olacak ama .”
dedi. “Korkarsan çıkma yola. Herkese göre değil. Pare pare parçalanacak kalbin.
Derin dökülecek teninden. Üşüyeceksin. AŞK cayır cayır yakarken, üşüyeceksin
canparem. Hazırsan düş yola. Değilsen bekle.”
“Hazırım.” dedim. İlk infakımı onun evinde verdim.
Mevlana’ya düştü yolum. Ah benim Rumi’m, canözüm.
Nasıl da kalabalıktı başı. Nasıl da koca bir derya gibiydi önümde. Ona soru
sormadım. Ona “Hazırım.” dedim. “Tamam.” dedi ve ekledi:
Kardeşim,
Sen düşünceden ibaretsin
Geriye kalan et ve kemiksin
Gül düşünür gülistan olursun
Diken düşünür dikenlik olursun
Sen düşünceden ibaretsin
Geriye kalan et ve kemiksin
Gül düşünür gülistan olursun
Diken düşünür dikenlik olursun
“Haklısın.” dedim. Ve tam da yanından ayrılırken,
arkamı dönüp tekrar seslendim. “Rumi, Beni yalnız bırakma.”
“Asla bırakmam.” dedi.
Kalbimin sesini dinlememi öğütlediler hep. Dinledim. Her
gün, her gece, uyurken bile sadece kalbimin sesini dinledim. Onun doğru yolu
göstereceğinden, kişisel menkıbesinin peşinden gidenleri hayatın
ödüllendireceğinden, yolların açılacağından, düşlerinin peşinden giden yüreğin
kesinlikle acı çekmeyeceğinden öyle emindim ki.
Ama sayısını hatırlayamadığım kadar hayal kırıklığı yaşadım.
En çok da kendi limanımı bulduğumu düşündüğümde ve yanıldığımı anladığımda
kendimi yerlere ata ata ağladım. Çünkü yüreğim bana “Bu liman, yıllardır
aradığın durağın.” demişti. Bunu o söyledi. Tüm işaretleri takip ettim, hepsi
ama hepsi aynı şeyi söylüyordu. Yanıldığımı fark etmem çok zamanımı almadı.
Bana yalan mı söylemişti yüreğim? Ya da ben onun
dilini mi okuyamamıştım? Her iki durum da birbirinden kötüydü. Sonrası bilindik
hikaye; önce hayal kurmayı bıraktım, sonra dua etmeyi. Daha sonra inanmayı ve
şükran duymayı.
Her şey bitti. Yüreğimi dinlemeye, işaretleri takip
etmeye çalıştıkça daha da zorlaştı. Canözüm
de bana yalan söyledi, yalnız bıraktı. Sesimi duymadı. Dualarım karşılık
bulmadı. Kıyıya vurmuş küçük deniz yıldızları gibi, kuruyarak öldüm.
Ama ölemedim de. Böyle yaşamaya devam ettim. Duasız,
inançsız, hayalsiz.
Şimdi geride kalan son çırpınışlarımla, tamamen dibe
vurmadan önce son kez umut ediyorum: “Bir işaret gönder, bir ses ver.”
Ben yeniden başlamaya da hazırım.
Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.
Zeynep Buket
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder