26 Ocak 2020 Pazar

Düşenler ve Yükselenler - 2

Kelimenin tam anlamıyla bir kazı çalışması yapıyorum. Bilmiyorum, belki de kentsel dönüşüm gibi bir şey.

Bursa'da aklımın tüm melekelerini bıraktığım o günden beri neredeyse 6 ay geçti. Tam o anda her şeyimin yıkılışının o boğucu sesini duydum. Her şeyim yıkıldı.

Sadece basit bir bitiş, hatta belki zaten bitmesi gerek bir bitiş gerçekleşmesine rağmen neden bu kadar ağır bir travmaya maruz kaldım? Neden hayatımdan çıkıp giden o insan, beraberinde bana ait olan her şeyi götürdü? Ben o gün, o AVM'nin kapısının ardında, otobüs durağına yaklaştığım esnada, duvara yaslanıp, neden "Hiç bir şey artık düzelmeyecek?" diye ağladım ve bir buçuk saat boyunca susmadım?


O yakıcı ateşin etkisiyle, can havliyle her yola başvurdum. Meditasyon yaptım, kendi içime biraz daha dönebilmek için namaz kıldım, kitaplar okudum, kundalini yoga ile yollarımı yine keşistirdim (iyi ki), psikiyatrist kapılarını aşındırdım... Kazdıkça yeni şeyler buldum. Aslında beni bu ayrılığa sürükleyen kararlarımı, sözlerimi ve aslında zaten bunu yaşayacağımdan emin oluşumu, korkularımı, kaygılarımı... Bir sürü şeyi keşfettim. Yüzleştim de, çıktım karşısına "Neden?" diye sordum. Tatmin olmadım, içim soğumadı. Yıllar sonra ilk defa toplum içinde kriz geçirdim. Ya da onun gibi bir şey. Ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum.

Her şey ama her şey ufacık ufacık birikerek, beni ağır ağır öldürdü.

Sonra hayattaki en doğru kararlarımdan biri olan, İstanbul hikayem başladı. Pılımı pırtımı topladım ve terk ettim doğduğum, büyüdüğüm şehri. Oh be, dünya varmış!

Kalbimde yer alan ve asla geçeceğine inanmadığım o sızı ilk defa Bursa-İstanbul yolunda, deniz otobüsünde durdu. Nasıl olduğunu anlayamadım. Penceren dışarıya, denize bakarken o acının artık bende olmadığını fark ettim.

Bittiğini sanmıştım. Ama sadece şekil değiştiriyordu. Bedenim bu ani değişime korkunç bir direnç gösteriyordu. Yaşadığı ev, uyuduğu yatak, yürüdüğü yol, yaptığı iş değişmişti; yıllarca tecrübe ettiği bütün her şey, yeni bir ofisin duvarları arasında sanki buharlaşıp gitmişti, yeni bir dünyayı öğrenmeye çalışıyordu, kullanılan dili çözmeye çalışıyordu; bütün gündelik rutinleri değişmişti, duyguları alaşağı edilmişti. Kızgınlık, kırgınlık, nefret, öfke, özlem, sevgi, aşk; bütün duyguları aynı anda yaşıyordu. Bedenim de haklıydı. Bu denli bir mücadele, onun için de çok zordu.

Ama durmadım. Kazmaya, deşmeye, yaramın derinine inmeye devam ettim. Bende travma bırakan üç ilişkimle birden yüzleştim. O üç kişiye de bende açtıkları yaraları anlattım. Birini çoktan affetmiştim zaten, birine hala kırgın olduğumun farkında bile değildim. 12 sene sonra, beni nasıl biri haline dönüştürdüğünü anlattım. Birine ise, onu hayatım boyunca affetmeyeceğimi söyledim. Ve ekledim; "Umarım bana yaşattıklarının hesabını vermeden ölmezsin." Aylarca beni uykularımdan gözyaşları içinde uyandıran o acının kaynak noktasına, aylarca söylemeyi planladığım bütün cümleleri söyledim.

Ama kazmaya ve deşmeye devam ettim. Arkeolog olamadım, Sfenks'in altını kazamadım belki ama yaralarımı kazdım. Ve yüzleşmekten ölümüne korktuğum başka bir durumla karşılaştım; değersizlik, değersiz ve yetersiz hissetme.

İşte bu yüzden hayatımdan zaten gitmesi gereken insan beni öylece bırakıp giderken, bana ait bütün güzel şeyleri de götürdü. İşte bu yüzden geriye sadece değersizlik duygusu kaldı. Çünkü ben onun beni sevmesini sağlayamayacak kadar yetersizdim, yıllarca sadece onun hayatına öylece eşlik ettim. O benden daha iyi, daha mükemmel birine beni tercih etti.... Bakın burası kör nokta, burası Yusuf'un düştüğü kuyu. Bu değersizlik çukurundan çıkış zor, çok zor. Bu nokta benim kendimi sevmeyi bıraktığım noktaydı. İnsanların yüzüme baktığında bende gördüklerine inandığım şeydi. Çünkü ben aynaya baktığımda bundan başka bir gerçeklik göremiyordum.

Kazmaya devam ettim. Bu duygunun kaynağını bulmak zorundaydım. Tek tek bütün ilişkilerimi masaya yatırdım. Bütün sosyal bağlarımı tek tek gözden geçirdim. Nerede kendimi yetersiz hissediyordum, hangi durumlar veya davranışlar bana değersiz hissettiriyordu; bulmak zorundaydım.

Sonra çocukluğumdan bir anıyla karşılaştım. Kalabalık bir aile toplaşmasında, köşeye sinip, etrafı seyreden o küçük Zeynep'i buldum. Ortama giremeyen, sohbete katılamayan, gülse de sesi çıkmayan, konuşsa da sesi duyulmayan o Zeynep'i gördüm, oracıkta. Kendini tamamen kaybolmuş yok olmuş hissederken, belki sadece biraz özel hissedebilmek ve kendi dünyasının esas kızı olabilmek için öyküler yazan Zeynep'i, o öykülerdeki Gülçin'i, Esma'yı, Yeşim'i ve hatta Güneş'i; acılar yaşayan, kayıplar yaşayan o hikaye karakterlerini... Hepsinde bir ortak nokta vardı. Hayatları çok zordu. Bu yüzden özellerdi. Gülçin; antik ve lanetli bir ruhla savaşıp, onu olması gereken hapse geri gönderiyordu. Esma; dünyayı korumaya çalışan bir özgürlük savaşçısıydı ve uzaydan gelen yaratıklarla savaşıyordu. Yeşim; ailesini ve hatta bir çok şeyi tehdit eden gizemli ve kadim ruhlara karşı kendini siper edip, kendi hayatı pahasına herkesi koruyor ve kurtarıyordu. Güneş... O da zaten Güneş'ti, parlamak için önce yanması gerektiğini bilen, önce dostlarını sonra sevgilisini kaybeden, imkansız aşk yaşayan, evrenin yaratılış sırrını bilen kişi. Hepsi ama hepsi aynıydı.

Kazmaya devam ettim. İlişkilerimdeki korunma ihtiyacımı, yani aslında kendime bir güvenli bölge arayışında olduğumu fark ettim. Ben kendime güvenli bölgeyi zaten kuruyordum, şüphesiz. Kendime yetebiliyordum, kendime bakabiliyordum. Ama yorulduğumda yaslanacağım bir duvara, gerektiğinde tüm varlığı ile bana o güvenli bölgeyi oluşturacak kişiye ihtiyacım vardı. Neticede ben eksik ve yetersizdim. Benim, beni tamamlayacak birine ihtiyacım vardı. Bu yüzden aslında ilişkilerimde partner değil, ebeveyn arıyordum.

Bu noktada da kendi ebeveynlerimle olan ilişkilerimle yüzleşmem gerekti. İşte burası benim için en zor olandı.

Hala kazmaya, hala sorunların kaynaklarını aramaya devam ediyorum. Çünkü hala yaralarım acıyor. İyileşiyor elbette ama hala canım acıyor. Hala bazen anılar balyoz gibi başıma iniyor, hala o anları aynı acıyla hatırlamaya ve tekrar tekrar yaşamaya devam ediyorum.

Ama iyileşiyorum.

Son aylarım, yıllar sonra hatırlamak istemeyeceğim kadar zor geçti. Ama bir sürü şey keşfettim; kundalini yoga, mindfulness, öz şefkat, Simurg kuşunun öyküsü, çocuk Zeynep ve korkularını, arkadaşlarımın desteğini, öz sevginin önemini... Ve keşfetmeye de devam ediyorum.

Çok yorgunum. Ama biliyorum ki benim yaşadıklarımı yaşayan, benim yolumdan yürüyen herkes böyle hissederdi. Ben de herkes gibiyim, normalim. Yeterliyim.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

















11 Kasım 2019 Pazartesi

Düşenler ve Yükselenler - 1

Yıllar önce Simyacı ile tanıştım. Henüz küçük bir kızdım, bir şeyler aradığımı biliyordum. Ama ne aradığımın ve ne bulacağımın farkında değildim. "Okusana sen seversin." diye tutuşturuldu elime. Ve o gece, kokusunu sindire sindire sarılıp uyudum kitabımla. Fark ettim ki Simyacı sadece ben okuyayım diye yazılmış ve ne çok benzermişiz biz Santiago ile; ikimiz de hayallerimizin Mısır Piramitlerinde olduğuna inanmışız.

Fark ettim ki, ben de o kendi kişisel menkıbesi peşinde koşturup duran genç çobanım. Ben de düşlerinin peşinden giderken geride her şeyini bırakacak bir yolcuyum. Arayıştayım.

Arayan aradığını bulurmuş elbet. Ben de buldum. Gizemleri, kadim sırları, saklı almış tarihsel bilgileri... Ezoterizm ve parapsikoloji ile tanışmam da böyle oldu. Nasıl arardı Santiago hazinesini Mısır'da, ben de kendi hazinemi aynı çölün kumlarında aradım. Ama bir şeyler eksikti, farkındaydım. Adını koyamıyordum ama bulmuşum gibi de hissetmiyordum.

Sonra Aşk'la tanıştım. Aşk evini açtı bana, davet etti salonuna. Bana kendini anlattı, "İster misin şerbetimden bir yudum?" dedi. Nasıl istemem... Bir yudumu, bin Mısır'dan değerli. Bir tanesi, bin dünyadan lezzetli.

"Daha da isterim." dedim. Ama baktım çevreme; Mevlana'ya, Şems'e, Mecnun'a, Kerem'e... Öyle kolay değil ki kadeh kadeh talip olmak Aşk'ın şerbetine. Hepsi bir şeyler vermiş kendinden. Hepsi infak etmiş kendilerini; başını, aklını, canını, en kıymetlilerini... Dedim ki "Ben de veririm aklımı Leyla uğruna Kays gibi. Madem Yunuf 40 yıl taşımış odunları Taptuk'un dergahına; ben de veririm başımı Aşk uğruna."

Canı vermek kolay tabii. Ne var ki ölümde; sonunda ebedi Aşk'ın, cennetin varsa. "Yapma, etme!" dediler, "Bu ağır gelir, kaldıramazsın." dediler. Kim mi dedi? Tüm işaretler! Evrenin ta kendisi. Okuduğum kitabın notları, radyoda çalan şarkı...

Dinlemedim. Zor olduğunu biliyordum elbette ama zaten kolay yolu seçmemiştim.

"Peki o halde..." dedi yürek; "Hayallerini versen yeter, canın sende kalsın."

"Ee tamam!" dedim. Cananı vermek daha zormuş ki dostlarım. Ölmek kolay, canı vermek basit. Seni sen yapan her şeyi, geçmişini ve geleceğini, tüm insanlığını vermek zor olanmış. Bilseydim, yine aynı yoldan geçer miydim, bilemiyorum.

Ama düştüm ben de yollara. Cebimdeki tüm taşları boşalttım, kitaplarımı yaktım, öykülerimi yırttım. Ve ölüm yolculuğuna başladım. Mayıs 2011 zamanları, hayatımın en zor ve korkunç dönemi başlamış oldu.

Çünkü ben sandım ki, kucağıma düşüverecek aradığım. Aşk, çalıverecek kapımı. Öyle olmadı dostlarım, hiç öyle olmadı. Ben ne olduğumu, kim olduğumu kaybettim. Aynada gördüğüm o kişiden korktum, uzaklaştım, tanıyamadım. Dönüştüğüm kişiyi sevmedim. Her gece o yüreğe, şah damarımdan da yakın olan O'na kızgınlığımı haykırdım sadece. Ve her gece "Bitir işimi." dedim, böyle nasıl yaşanır bilemedim.

O'na kızgındım. Hem de çok. Çünkü beni terk etmişti. Bana yalan söylemişti. Bana dair her şeyi yok edip, talep ettiğimi vermemişti. Belki de benimle hiç konuşmamıştı. Belki de sağır olmuştu kulaklarım O'na karşı.

Talan olmuştum.

Aramayı bırakmıştım, O'na dua etmeyi bırakmıştım, O'nu sevmeyi bırakmıştım. Affedemeyeceğimi biliyordum. Affetmeye dair beklentim ve ümidim de kalmamıştı.

Sonra...

Sonra işler biraz değişmeye başladı. Hayatıma biri giriverdi. Nasıl söylenir; ruh eşi gibi. Yıllar sonra ilk defa O'nunla yeniden konuşabileceğimi hissettim. Konuşmaya çalıştım ve sordum "O doğru kişi mi?" diye. "Evet.." dedi, "Aradığın sana ulaştı küçük kız."

Nasıl sevindim, nasıl mutlu oldum anlatamam. Düşünsenize, artık ben de normal olmaya başlamıştım. Seviliyordum, seviyordum. İnanılır gibi değil.

Sonra...

Sonra işler biraz daha değişmeye başladı. Ruh eşim olduğuna tüm kalbimle inandığım insan tarafından terk edildim. Hayır, terk edilmedim. Başka birine tercih edildim. Demek O, bana yalan söylemişti. O'nu, yani kalbimi, yani bana şah damarımdan da yakın olanı dinlememeli miydim?

Dinlemeyi bıraktım. Yerde kan revan içinde, göz yaşlarımla dua ederken; "Düştüm ama kalkarım, yeniden aşık olurum." derken, her nidamda O'na olan kızgınlığımı haykırıyordum.

"Beni terk ettin. Beni neden terk ettin? Beni neden sevmiyorsun? Beni neden dinlemiyorsun? Neden dualarıma, yakarışlarıma yanıt vermiyorsun? O zaman, bitir işimi. Ben yapamam, sen al canımı. Sabahı görmesin gözlerim."

Böyle uyuduğum her gecenin sabahına uyandım. Bu yüzden kızgınlığım daha da arttı. Beni o kadar dinlemiyordu ki, beni bu hayat cehenneminin ortasına atıp, bırakıp gitmişti.

Sonra...

Sonra işler biraz biraz daha değişti. Yeniden aşık oldum. Kalbim o kadar kaskatıyken, nasıl yumuşadı inanın ben de bilmiyorum. Ama korkuyordum, ne kapımı açabiliyordum ne de kapıya vurabiliyordum.

Ve bir gün "Yeter!" diyebildim. Sesim gümbür gümbür duyuldu. "Ayağa kalkma zamanın gelmedi mi senin?" dedim kendime. Ayağa kalkma zamanım gelmişti, aşk dilenmeyi bırakıp kendi yüreğimle barışmaya çalıştım önce. Her gece, her sabah kendimle konuştum, kendimle barıştım. Kendimi sadece kendime emanet ettim.

Biliyor musunuz? O'nunla da barıştım. Meğer beni hiç terk etmemiş ki. Hep benimleymiş, hep bendeymiş. Ben kendi kederimde öyle kalakalmışım ki, sadece doğru yöne bakamamışım. Aldı beni, dizine yatırdı, saçımı okşadı. "Aç kalbini küçük kız." dedi bana. "Bak konuşuyorum, dinle sesimi. Sevginin peşinden git."

Sonra...

Ben de öyle yaptım. Harika bir 5 ayın sonunda, acılar içinde kendimi yeniden kıvranırken buldum. Sanki sevdiğim kişinin elinde bir silah vardı ve beni vurup yaraladı. Öylece bıraktı ve çekip gitti. Hayır, terk edilmedim. Başka birine tercih edildim.

Eee ben bunu daha önce yaşamamış mıydım? Neden aynı şey oldu yine? Neden yine kendimi küçücük, ezilmiş ve parçalanmış hisseder oldum?

Neden neden neden bana "Sevginin peşinden git." dedi O bana? Bu işin sonunun böyle olacağını bilmiyor muydu? Her şeyi bilen O, beni neden yine bir ateş çemberinin içine atmıştı?

Hesaplaşmam gereken bazı konular vardı...

















28 Ekim 2019 Pazartesi

Bir Küçük Hikaye



Eğer imkanım olsaydı, söyleyebilseydim kendime; karşılıklı oturuyor olsaydık kendimle derdim ki: "Korkma. Her şey değişiyor, her an her şey genişliyor. Bir an önce var olan, bir an sonra yok oluyor."

Yüzüme dökülen saçlarımı usulca okşar, kulağımın arkasına iterdim, ve eklerdim: "Önünde duran kapıyı aç. Durmadan, korkmadan aç. Kendinin en iyi halini bulacaksın orada."

"Peki kendimin en iyi hali nasıl hissediyor." diye sorardı kendim, bana.

Ben de derdim: "Özgür ve mutlu. Tıpkı Santiago gibi kendi kişisel menkıbesinin peşinden giden ve yolda her şeyi kendine öğretmen kabul eden. Tıpkı Mathias gibi hayalleri uğruna duvarlarını yıkabilen. Tıpkı Sofie gibi soru soran, arayan ve aradığını bulan. Tıpkı Güneş gibi aşık olan, çölde yolunu bulan, Özkan'ına kavuşan, parlayan."

"Peki nasıl?" diye sorardı yeniden kendim, bana.

"Aynaya bak." derdim. Onu bir aynanın karşısına getirirdim. Etrafına renkli ışıklar saçardım. "Fark et." derdim. "Kendi gözlerinin içine bak ve fark et sende olanı. Ruhuna üflenen ışığı, o ışığı ararken hayatın boyunca geçtiğin yolları fark et küçük kız. Ölüm yolculuğunu, o yolculuğu nasıl bitirdiğini, nasıl kazandığını müfettişe karşı, fark et. 'Senden nefret ediyorum!' diye ağladığın her gecenin sabahında, doğan güneşi, aldığın nefesi ve umudu fark et." Gözlerinin içine bakardım ve "Seni seviyorum." derdim. "Seni seviyorum, çöl kokulu."

"Seni seviyorum, çöl kokulu" derdi kendim de bana, benimle aynı anda. Seslerimiz karışırdı birbirine. Sonra susardık. Sonra usulca birbirimize bakardık.

Elini tutardım onun; "Haydi.." derdim. "Hazırsan eğer, devam edelim."

"Hazırım." derdi muhakkak ama gözlerindeki korkuyu sezerdim. Bir tufana kapılışını, alt üst oluşunu bilirdim. O söylemese de, dilden dökülmeyen kelimelerin ardındaki sırları işitirdim. Yorgunluğunu, endişesini, kendisiyle savaştığı her cephede aldığı mağlubiyet izlerini; hepsini bilirdim. Ama yine de gülümserdim ona ve kulağına fısıldardım "Yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız." ve eklerdim "İnancını koru, her şey yolunda."

Yüzüme bakardı, gülümserdi kendim bana. Gözlerinin ardındaki bütün iyi ve kötü anıları görürdüm. En az onun kadar üzülür, onun kadar heyecanlanır ve aynı coşkuyla severdim. "Kelebek..." derdim ona, "Uçma vaktin gelmedi mi?"

"Ama kırıldı kanatlarım." derdi, "Çok kırgınım ve nasıl eskisi gibi olabileceğimi bilmiyorum. Şimdi yeniden nasıl uçulur, bilmiyorum."

"Dene!" derdim. "Çırpmadan kanatlarını, nereden bilebilirsin? Uçmaya hazırım, demeden uçamayacağını nereden bilirsin? Ben unutmaya hazırım, yeniden başlarım yazmaya demeden, nasıl affedebilirsin?"

"Hazırım... Hazır mıyım? Bilmiyorum."

"Hazırsın" derdim kendime. "Hikayeyi yeniden yazmaya hazırsın. Yeniden başlamaya, unutmaya ve affetmeye hazırsın. Yeniden sevmeye hazırsın küçük kız. Bir düşün, hatırla yıllarca bana nasıl kızgın olduğunu. Her gece bana olan nefretinle nasıl uyuduğunu. Özkan gittiğinde, 'Her şey bitti' dedikten sonra kavuştuğunu, sevmenin sevilmekten ötürü olduğunu hatırla küçük kız."

"Hatırlıyorum."

"Arayan aradığını bulurmuş, her şey sadece en doğru zamanda olurmuş. Aşk davet etmeden giremezmişsin o kapıdan ve aramızda kalsın ama aşıkların duası daima kabul olurmuş."

"Bunu hatırlıyorum. Mecnun'un yaptığı duadan, Züleyha'nın Yusuf'u bulmasından, Güneş'in gözyaşlarından; hatırlıyorum."

"Seni seviyorum." derdim yeniden kendime ve eklerdim "Seni daima seveceğim."

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...










5 Eylül 2019 Perşembe

Güz'e Methiye



Bir ağustos geçti üstümüzden.

Kocaman bir ağustos, derin bir ağustos. Ve derin yaralar açan bir ağustos. İyileştirmeyeceğini düşündüğüm ama her sabaha yeni bir güneşle uyandıran ağustos.

Ve bitti. Şimdi güz geldi ve güz bulutları sardı etrafımızı. Kulağımda hep o ses "Güz bulutlarını bekle..." Her güz vakti, başımı göğe kaldırıp savaşımın kaçıncı güzünde olduğunu anlamaya çalışırdım. Ve her güz akşamı "Güz bulutlarını bekle. Bu senin son savaşın olacak." derken Müfettiş Güneş'e, ben o her güz akşamı yağmur tanelerini beklerdim. Yağmurun arındırması, yağmurun temizlemesi, yağmurun ince ince yüreğimdeki o acıyı iyileştirmesi için dua ederdim.

Kaç güz geçti bilmiyorum. Ardından kaç bahar kovaladı dökülen yaprakları ya da kaç kere güz bulutları indi gözlerimin önüne; bilmiyorum. Aklımın bütün melekelerini ben o gün o masada bırakırken, döndüğüm bu yeni sokakta kaç çıkmazla karşılaşacağımı bilmiyorum.

Bilmiyordum. Uyandığım her sabahın yüreğime nasıl da ok gibi saplanıp, tüm varlığımı hiçe sayacağını bilmiyordum.

Her acıyı yazmıştım oysa ki; her kaybı, her ölümü ve terk edişi ilmek ilmek örmüştüm sayfalara. Hikayenin her kahramanından daha fazla hissetmiştim ayrılışları. Bildiğimi sanırdım bütün duyguları; sevmeyi, özlemeyi, beklemeyi, etini kemiğinden ayırırcasına aşk odunda pişmeyi. Bilmezmişim Güneş'in gözlerinin önünden yitip giden aşkının çaresizliğini. Bilmezmişim meğer.

Bildim sonunda. Önce hamdım, sonra piştim bu odda. Feryatlarım karıştı semaya ve yıldızlar dökülecek sandım ellerimi her açtığımda. Avuçlarıma inecek sandım feza. İnmedi. Aklımın bütün melekelerini ben bir gecede teslim ettim toprağa. Ve geriye sadece sessiz kelimelerim kaldı.

Görünen, bilinen her çaresizliğinin ardına saklandım ben de. Ne gelir elden. "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil." demişti Üstad Fuzuli. Haklıydı. Konuşmanın da, susmanın da anlamını yitirdiği noktadaydım. Göz yaşlarımı akıttım ben de; önce yastığa, sonra toprağa. Ve çiçek açsın istedim acımın bittiği yerde. Yeşersin istedim kaybedişlerim.

Ve bir filiz, ufacık bir filiz belirdi o kara toprakta. Nasıl söylenir bilinmez, ben konuştum o karanlıkla. Alnımı değdirdiğimde secdeye ve parmaklarımı uzattığımda gökyüzüne, işittim sesini Dost'umun, aydınlıkta. Dedi ki bana "Fark et Güneş kız! Bu hikayeyi sen yazdın fark et!"

Kaldırdım başımı. Olmaz denilenler olur, çölde yağmur yağar. Kim bilir, koca bir hikaye yeniden yazılır; Cem hiç ölmemiş gibi, Özkan hiç öldürülmemiş gibi, Emre ve Hayal hiç terk etmemiş gibi. Yeniden başlayalım yazmaya ve yaşamaya, haydi küçük kız; yeniden başlayalım sevmeye!

Günler takip etti birbirini. Beni ters yüz eden ağustos da tüketti kendini. "Eylül farklı olacak." derdim hep. "Eylül'de daha güzel şeyler konuşacağız." Ve haklıymış Müfettiş, güz bulutlarıyla savaşım da bitmiş.

Güz bulutları sardı etrafımı şimdi. İnce, ılık ve tertemiz bir yağmur yağıyor yüreğimde. Oluk oluk kanayan yer, iyileşiyor. Güneş hikayeyi en baştan yazıyor. Asla bitmeyecek bir öyküyü uzaklara taşıyor.

Biliyor Güneş sözün büyülü gücünü. Ve biliyor yolların elbet kesişeceğini.

Biliyorum artık.

Şimdi yeni bir yolculuk vakti.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...









12 Haziran 2019 Çarşamba

Kırmızı Bisikletli Kız - 1

Bu bir mini öyküdür :)

Bir varmış bir yokmuş,

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde,

Ormanın derinliklerinde küçük bir kız yaşarmış. Gözleri leylak moru, saçları limon sarısıymış. Küçük bir evi varmış ormanda, barakadan bozma. Orada doğmuş, orada büyümüş küçük kız. Oradan başka dünyası olmamış onun. Bilmezmiş ormanın sonunda ne olduğunu, kaçıp gitmeye pek cesaret edemezmiş.

Evinin etrafına sarı sardunyalar ekmiş önce. Yaz akşamları her rüzgar esişinde ince bir sızı dolarmış yüreğine. Bilemediği, göremediği dünyaların özlemini yaşarmış. Sonra kiraz ağaçları ekmiş ve boy vermiş yeşil çimenler. Sanki her biri "Gitme, kal." der gibi sararmış her sabah etrafını. Severmiş de onları. Koklarmış hep.


Ve dolunay ışığının pencereden süzülüp yüzüne vurduğu bir gece, bir rüya görmüş küçük kız; bir bisiklet. Hem de kırmızı. Binmiş üstüne, sürmeye başlamış uzaklara. Bahçesinden ayrılıp sesini hep uzaklarda işittiği o şelaleye gitmiş önce, atlamış soğuk suya, yüzmüş. Çıkmış yeniden, binmiş bisikletine ve yeniden sürmeye başlamış uzaklara. Ormandan çıkıp sarı buğday tarlalarına girmiş. Rüzgar esmiş yüzüne. Üşümüş de biraz. Ama sonra rüzgarın onunla konuşmaya başladığını fark etmiş. Belli belirsiz bir ses yankılanıyormuş adeta. Diyormuş ki ona "Git. Düşlerinin peşinden git." Korkmuş küçük kız, düşmüş bisikletinden. Ve uyanmış sonra, gözünden bir damla yaş ve sırtından süzülen soğuk bir terle.

Demiş ki önce "Bu sadece bir rüya..." Sonra, rüyayı yorumlaması için ormandaki cüce cinin yanına gitmiş. Rüyayı anlatmış  da anlatmış. Gün kararmış, gece olmuş, küçük kız susmamış. Kah ağlamış anlatırken, kah kahkahalarla gülmüş, yerinde duramamış zıplamış, bir koşu kuyuda yüzüne su çarpmış. Ne zaman dolunay ışığı yeniden süzülmeye başlamış pencereden o zaman durmuş küçük kız ve demiş ki "Ne yapmalıyım?" 

"Bekle!" demiş cüce cin, "Bazı rüyalar Tanrı'nın dilidir. Sabret önce küçük kız."

Küçük kız toplamış çantasını dönmüş evine, yatmış yatağına. Ama uyuyamamış. Bir sağa dönmüş, bir sola. Aynı rüyayı görmekten hem korkuyormuş hem de istiyormuş. En sonunda daha fazla direnemeyip dalıvermiş uykuya. Ve bir rüya görmüş. Bu kez bir çanta bulmuş kapısının önünde. Çantayı açtığında bir kitap, bir defter, bir de yeşil bir şapka duruyormuş. Defter, ince mor bir kapakla örtülmüş. İçini açtığında "Düşlerinin peşinden git." yazıyormuş ve altına başka bir not düşülmüş "Yola çık." İçine bir ürperti basmış. Kitabı da almış eline, adı Simyacı'ymış. Rastgele bir sayfa açmış içinden ve diyormuş ki "Her şey bir ve tek şeydir. Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez." Küçük kız da şapkayı geçirmiş başına, çantayı almış sırtına, evine son kez "Elveda" diyerek düşmüş yollara. 

Uyanmış. Cüce cinin yanına koşmuş hemen, bu kez bir çırpıda anlatıvermiş. Cüce cin önce bir derin nefes almış, küçük kızı yanına oturtmuş. "Bu Tanrı'nın dili." demiş, "Haydi küçük kız çık yola, önce o şelaleye, sonra da buğday tarlalarına."

Küçük kız dönmüş evine, son kez "Elveda" diyerek düşmüş yollara.

Belli belirsiz bir tedirginlik kaplamış içini. "Ya kaybolursam, ya bulamazsam yolumu!" diye geçirmiş içinden. O anda ikiye ayrılmış yol ve bir tabela çıkmış önüne. Yazıyormuş ki:
Sağ yol: Şelale-Düşlerinin peşinden gidenler için. 
Sol yol: Orman-Evini özleyenler için.

Basit bir karar vermesi gerekiyormuş küçük kızın: Nedenini, sonunu bilmediği düşlerinin peşinden mi gitmeli, bildiği hayatına geri mi dönmeli... "Ye hiç bir şey bulamazsam, ya sadece sıradan bir rüya ise gördüklerim ve Tanrı'nın dili diye bir şey yoksa? Ya başıma bir şey gelirse? Ya bir daha asla dönemezsem evime?" diye düşünmeye başlamış. Bağdaş kurup oturmuş tabelanın önüne. Düşünmüş, düşünmüş, düşündükçe esnemeye başlamış, düşündükçe uykusu gelmiş ve başını ıslak ve yumuşak toprağa koyup biraz kestirmek istemiş.

Uyumuş küçük kız, her yolcunun yolculuk öncesi yaşadığı soğuk terleme evresinin yüreğinden geçiyormuş şimdi. Korkunun tam içinden geçiyormuş. Kalbi ortadan ikiye yarılırcasına bir korku nöbetine girmiş.

Uyanmış küçük kız ve nasıl ki Alice atladı tavşan deliğinden veya Lucy geçti dolabın içinden, Santiago takip etti düşlerini de vardı çöllere veya Sofie cüret edebildi gerçekliğe geçmeye; işte öyle bir kararla sağa döndü küçük kız. Şelaleye doğru yürümeye başladı.


---Devam edecek---














13 Nisan 2019 Cumartesi

Hayaletlerim ve Ben

Eğer aradığın şey buysa, seni özgür bırakıyorum.



Bir kaç gündür acayip tıkırında giden hayatımın önünde bir kaç tümsek buldum. Tek tek hepsini tarih sırasına göre dizdim, önüme koydum, ortak noktalarını buldum.

İksiri içmeden önceki Zeynep'in endişelerini taşıyordu bir çoğu. Cevapsız telefonlar, günlerce beklediğin şeyin saçma sapan engellere takılması, bedenimin ruhsal değişimlere verdiği tepkiler...


11 Nisan 2019 Perşembe

Yollar ve Zaman

Sık sık kendime şunu hatırlatırdım: Ben bu değilim!

Aynaya her baktığımda olmadığım kişiyi görürdüm. Giysilerinin içine sığmayan, göz altları şişmiş, saçlarındaki beyazları sayan ve kendi gözlerinin içine her baktığında önce "Ben bu değilim." sonra, "Ben buyum." diyen biri.

Ben hayallerini korkularına feda etmiş biri değildim. Her sabah uyandığında, hiç olmak istemediği şehirde uyanan ve o şehre zincirlenen, hayallerindeki işi sevmediği okulda okuyarak katleden ve kendi hayallerinden nefret eden, tam arzularını yeniden bulmuşken kendini ifade etme ve kanıtlama çabasında harap ve bitap düşen biri değildim. Yüreğindeki o cılız sesin peşinde aşktan kalbi kırık, sevmeyi ve sevilmeyi hak etmediğine inanan, her seferinde ayağa kalkıp her seferinde aynı taşa takılıp düşen ben değildim. Ailesi avuçlarının içinde dağılan, ne kalmaya ne de gitmeye cesareti olan, gidene "Dur." demek zorunda olan ben değildim. Kendinden nefret eden, her gece ağlayarak ölmek için dua eden ve bir gece bunu kendi denemeye cesaret eden ve her sabah "Yine olmadı." diyerek uyanan ben değildim.