4 Ocak 2017 Çarşamba

İtiraf Manifestosu: Bataklık




Ağlayarak uyandı küçük kız. Ve bir kez daha göz yaşlarını silerken doğruldu yatağından. Çünkü vakit gitme vaktiydi.

Ve gittim.

Ufukta üflenen neye inat, kurakta yağan yağmura, suyu sadece kendine saklayan çöle inat koşmaya devam ettim. Koştukça kumlar aktı sandaletlerimden, ağır ağır boşaldı ter damlaları sırtımdan, ben koştukça rüzgar üşüttü, üşüdükçe susadım hasret kaldığım her şeye. 

Ben koştukça ufuktaki görüntüler değişmeye başlıyordu. Başlarda serap sanıyordum ama değildi. Çok ilerde, çölün gökyüzü ile birleştiği çizgide kalın bir hat vardı; siyah kalın bir hat. Kenarlarındaki tırtıklar toprağa sarılmıştı, diğer tarafı ise gökyüzünü yırtıyordu adeta. Yanına yaklaştıkça bozulmaya başlıyordu görüntü. Sessiz bir çığlığa dönüştü içimdeki korkusu. Bu sadece bilinmezin korkusu da değildi. Bu bildiğim her şeyden duyduğun bir korkuydu. Bilginin korkusu daha ağırmış dostlarım.

O an bir bataklığa geldiğimi fark ettim. Bataklığı labirent gibi kare kare kesen hatlar vardı. Uzaktayken gördüğüm hat da bunun başlangıç noktasıydı. Şimdi alabildiğince bir bataklığın ortasına düşmüştüm ve tek çıkış yolum labirenti tamamlamaktı. 

Yürümeye başladım. Artık sırtımda bir çanta, elimde uzunca bir sopa da vardı. Bataklıktaki çamur yavaş yavaş çözülmeye, kirli ve bulanık bir suya dönüşmeye başlıyordu. Suyun derinliği daha tahmin edilebilir oluyordu. Elimdeki uzun sopayı suya daldırdım. Sonuna kadar geldi de ancak değdi dibine. Sopa neredeyse benim iki katım uzunluğundaydı, su tam da beni boğmak için orada bekliyor gibiydi. Artık anlamıştım ki suya düşersem ölürdüm. Çünkü yüzme bilmiyordum. 

Suyun üstündeki hatlar kah inceliyor kah kalınlaşıyordu. Bu yüzden dengemi sağlamakta zorlanıyordum, ıslak olduğu için kaygandı da. Bu yüzden kayarak düşmek de en büyük korkum oluvermişti. Elimdeki sopa sayesinde dengemi sağlıyordum. Yolumu tutturmuştum. Ancak yine de bitiş hiç de yakın gözükmüyordu. Alabildiğince korkmaya başlamıştım. 

İşte o an sağ topuğumla kaygan bir taşa basarak suya düştüm. Anlık hatırladığım tek şey suyun soğukluğu ve çamurlu tadıydı. Sonrası koca bir karanlık. 

Çırpınmaya başlamıştım. Mümkün mü çıkabilmem, ben çırpındıkça batmaya devam ediyordum. Sanki su koca bir yılan olup ayağıma dolanmıştı. Sanki bütün su yaratıkları kollarımı yemeye başlamıştı. Ve sanki dev bir gemi sırtıma demir atmıştı. Öyle bir acı içindeydim ki ölüm kurtuluş gözüküyordu. Ve işte trajedi burada başlıyordu; ben ölmüyordum. Yaşamaya devam ettikçe ciğerlerim çamur doluyordu, gözlerim kan topluyordu, bedenim şişiyor ve canlı canlı çürümeye başlıyordum. 

Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. 

Ne çare, ölmekten başka yolum olmadığını anladım. O an durdum, çırpınmayı bıraktım. Sessizce suda süzüldüm. Açtım kollarımı ölüme, bekledim.

Bütün çırpınışlar durmuştu, bütün seslerim susmuştu. Sustukça ben yükselmeye başlamıştım. Nasıl unuturum, çırpınmak daha da aşağıya çekiyordu beni. 

Işığı gördüğüm an kolumu uzattım ve kalın hatlardan birini kavradım. Kendimi gökyüzüne çektim ve gövdemin yarısını sudan çıkarttım. Allahım, neler yaşıyorum? Neler yaşadım? Bütün hayatımı serdim önüme; ilk aşkım, ilk hayal kırıklığım, ilk vazgeçilişim... Hepsi bir deniz yırtıcısı olarak dolanmıştı boynuma. Ben nasıl savaşayım korkularımla? Onların beni öldürmesine izin verdiğim an çıktım karanlık sulardan. 

Yüreğim nasıl katlanacak bundan sonra?

Nasıl unutacağım bu kokuyu, bilmiyorum. 

Bildiğim ve inandığım tek şey, teslim olduğumda kazanmış olduğum.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder