10 Mayıs 2017 Çarşamba

Varoluşun Dayanılmaz Yükü



Aslında bu tam anlamıyla varoluşsal bir mücadeleydi. Anlam arayışım, çabalarım ve verdiğim bütün savaş sadece bununla ilgiliydi. Var olmanın dayanılmaz sancısını tümüyle hissediyordum, çünkü gerçekten var olduğumdan bile emin değildim. Sahi neler oluyordu böyle?

Bilmiyordum.

Sadece yazarken var olduğuna inanan küçük bir kız için yaşadığı sancılar fazla gerçek dışıydı.

Neden acı çekiyordum? Neden acı çekiyorduk? Neden insanlık olarak daha da kötüye gidiyorduk? Neden çocuk tecavüzcüleri kendiliğinden yok olmuyordu? Neden canlı bombalar masum insanları katlediyordu? Neden depremler her şeyi yerle bir ediyordu? Tanrı bunun neresindeydi? Biz bunun neresindeydik? Ve tekrar dönüyordum, neden acı çekiyordum?

Bunu çözebilmek için çok fazla kitap okudum, çok fazla insanla konuştum, terapi aldım, sayfalarca yazı yazdım, blog kurdum hatta ve öyküler yazdım. Derin düşüncelere daldım, böyle zamanlarda başımı hep duvarlara vurdum acıyı deneyimleyebilmek için. Yaşadığım anın gerçek olup olmadığını anlayabilmek için fiziksel acılar taddım. Sonuna kadar hissediyordum. Ama derinde bir yerde kontrol edemediğim bir boşluk vardı. Bir kapı gibi ya da köprü. Doğru metaforu bulamadım henüz. Benim kilit noktam burasıydı işte. Yolum, yol arkadaşım, vasıtam; her şeyim o noktada başlayıp orada bitiyordu. Var oluşum oradaydı. Ve yok oluşum.

Zeynep o noktada öldü, Güneş o noktada doğdu. Ve acılarıma değebilmeyi böyle öğrendim. Çünkü Hayal bana "Yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız." demişti. Acılarımın bir anlamı olmalıydı. Onlara dokunabilmeye başladım. Bu açık yaranıza dokunmaktan farksız. İyileşmesini kesinlikle geciktiriyor ve hatta muhtemelen mikrop kapıyor. Ama yaranızın her bir köşesini tek tek hissedebiliyorsunuz. Yaşarken ölmeyi öğreniyorsunuz.

Cem'in ölümünü bu yüzden yazdım. Güneş acı çekmeyi öğrenebilsin diye. "Öylesine topraklar altında kalmışım." diyerek ağlaya ağlaya uykuya daldı her gece. Bu noktada yazdım mı yaşadım mı bilmiyorum, kavrayamıyorum. Ama bütünüyle gerçek olmadığına inandığım bir dünyada yazmak ve yaşamak arasında da fark görmüyorum. Bu yüzden Zeynep Güneş'ten hep nefret etti. Onun var oluşunu hiç kabullenemedi. Onu yok etmek için her şeyi denedi. Müfettişi yarattı, korkuyu yarattı. Ve Güneş de ağır başarısızlıklar aldı.

Size hep Güneş, Özkan ve Müfettişten bahsediyorum değil mi? Ama tam olarak asla kim olduklarını söylemiyorum. Onun da vakti gelecek dostlarım. Sadece biraz sabır.

Bu bir varoluşsal mücadeleydi. Beni feminizmin kollarına atan da bu oldu; kadın olarak var olan Zeynep'in kimlik mücadelesi. Çünkü o derin ve kör noktada asla kendini var edemiyordu Zeynep. Tırnaklarını yiyordu. Kendine fiziksel acılar veriyordu. Ruhsal acıları tahammül sınırlarını aşmıştı. Anlamını bulamıyordu. Var olamıyordu. Acılarına değebildiği noktada görünmez olan ruhuna bir su serpti ve onu ara ara görünür kıldı. Acılar onu anlamına yaklaştırıyordu, ölmek için dua etmediği gecelerde. Ne yaşadığını o da bilmiyordu. Zeynep içten içe ölüyordu ve Zeynep öldükçe Güneş doğuyordu; Güneş var oluyordu.


Okyanusun ötesinde görüşmek üzere... Yani gerçek evimde.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder