16 Aralık 2017 Cumartesi

Ben Bir Çölüm

Ah sevdiğim, ah gözümün nuru, çöl kokulu sevgilim,

Sana "Gitme." derken çok ciddiydim. Ve sen öleceğini bile bile gittin. İşte böyle başladı hikayemiz. Ne seni uzaktan gördüğüm o okul bahçesi, ne de lotus izini tanıdığım o dar koridor; dizlerinin üstüne çöktüğün ve o son nefesini aldığın yerde verdim ben kendimi sana. O an anladım hicran dolu bir öykü bizimki. O an anladım sevgilim, vuslat uçsuz bucaksız bir okyanus. Ve okyanusun ötesi bizim evimiz.

Nasıl anlatsam bilemiyorum; savruldum dört bir yana. Ben de kıyardım canıma, sana vefam olmasaydı, Aşk'ı bilmeseydim, sırrı korumasaydım. Yokluğuna düştü yolum çaresizce, ne yapsam bilemedim. Yüreğim ısınsın istedim, sen kendini sundun önüme.

Ah sevgilim, sen yokken bir gece bir ses geldi müfettişten. Gittim, kendi ayaklarımla kendi sonuma gittim. Yüzünde ince uzun bir bez maske; dişleri dökülmüş, teni kurumuş. Ağır adımlarla yaklaştı yanıma, bir eliyle bileğimi kavradı. Sanki tüm zehrini akıtıyordu. Diğer eliyle, gömleğimi sıyırdı, göbek deliğimden içeriye geçirdi tırnaklarını. Yakıcı nefesini hissedebiliyordum en yakınımda. Biraz dirensem öfkesiyle alev alacaktım. "Sen" olmak istiyordu, göremedim. Korktum, morardı kollarım ve ayaklarım. İnce ince kan süzüldü bedenimden. Bana bir ömür is kokusunu bıraktı.

Sen yoktun, ben bir hicrana dönüştüm. Sarardım, döküldüm.

Bir türkü vardı, bilir misin; "Akşam olur karanlığa kalırsın..." Günlerce, gecelerce bunu fısıldadılar kulağıma. Acınla savaş dediler. Sevgilim, sensizlikle nasıl savaşılacağını bir türlü beceremedim.

Ve geldin. Bahar oldu umutlarım, geldin. Ben acınla ölürken, yeniden yazdım hikayeyi de geldin. Hiç gitmemiş gibi, bana "Git." dememişsin gibi. Yüreğimdeki is kokusunu silmek için geldin. İkimiz için de kolay olmadı. Zordu biliyorum senin Emre'yle yüzleşmen. Sende lotusun izleri yeni yeni silinmişken, benim meleklerimle görüşmen, kabul edilememen. Ama Hayal de derdi hep "Yeniden başla yazmaya ve yaşamaya. Haydi küçük kız, yeniden başla sevmeye." Ben Güneş olup, yeniden sana doğdum sevgilim.

Sana doğdum, seninle vücut buldum. Seninleyken, senden ayrı kaldım. Hani kessem damarlarımı oluk oluk sen akacakken, dokunduğum ama tutamadığım yerde kaldın. Seni sevmek hem cennet hem cehennem oldu bana. Seninleyken yeni hasretlere gebe kaldım. Gelmiştin, ama hiç gelmediğini zamanla anladım.

Bunca şey yaşandı, bitti. Güz bulutları geldi, müfettiş af diledi. Hala vakti gelmedi mi vuslatım? Seni çaresizce bu kadar severken, bir lütfuna bu kadar muhtaçken, beni kendinden böylesine mahrum bırakmana vicdanın nasıl el veriyor? "Git." dedin, gittim. "Gel." diyorum şimdi de ben sana, "Uğrunda yanayım Kerem gibi." diyorum, "Dağları deleyim, Ferhat gibi, gel." ve hatta "Bir sabah erkenden seherle, kimseler görmeden gizlice gel." Gel yeter ki... Gel de dinsin yağmurlarım. Gel de bitsin güz.

Gel de sahipsiz, evsiz kalmış bir küçük Güneş'i al. Okyanusun ötesi bizim evimiz. Çöl bizim yolumuz. Biz o çöldeki her bir kum tanesiyiz.

Gel.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

Güneş







1 Aralık 2017 Cuma

Güneş'e Methiye



Evimin terasında, gökyüzünü izlediğim bir sonbahar akşamı fısıldandı kulağıma: "Güz bulutlarını bekle."

Var olduğum her an, aradığım o sorunun cevabı serilecekti sanki önüme. Öyle bir korku, öyle bir heyecan sardı; kelimeler kifayetsiz. Bekledim. Günler geçti, aylar geçti; kaç güz, kaç bahar bitti sayamadım. Ama ne müfettişle bitti savaşım ne de kendimle. Ne müfettişi ayrı gördüm kendimden sonra, ne de meleklerimi. Hepsi tek, hepsi tek bir nefesti. Ama yüreğimi yakan o od, hiç bir zaman sönmedi.

Zamanla unuttum ben de yenilgilerimi, savaşlarımı. Ateşkes istedim, örttüm külleri üstüme. Sessizce soğumayı bekledim. Soğudum da; yüreğimi dinlemeyi unuttum. Çoğu zaman da o konuşmayı kesti benimle. Bana yalan söylediğine bile ikna olmuştum. Nasıl olmayayım, nasıl? Dalgalı denizlerden çıkıp limana en çok ihtiyaç duyduğum anda batırmadı mı beni soğuk sulara? Müfettiş, yakmadı mı canını Güneş'in o karanlık odada? Akmadı mı oluk oluk kanı da, sessiz kaldı feryadı? Dirildi küllerim, yeniden ateş aldı söndürdüğüm her şeyim.

Ve şimdi; bunca güz, bunca bahardan sonra müfettiş "Hazırla." dedi siperlerini. "Oluk oluk aktığın o karanlık odanın öcünü de alabilirsin, yok da edebilirsin korkularını."
"Biter mi?" dedim ona.
"Aç gönlünü." dedi bana. "Özkan olmama izin ver."
"Kader." dedim, "Müfettiş, kader. Sevdiği uğruna canından olanla nasıl aynı olursun sen?
"Aynıyız zaten." dedi....
Sessizlik çöktü üstüme, ne cevap vereceğimi de bilemedim. Haklıydı. Ve belki de bu yüzden savaşın kazananı ya da kaybedeni olmayacaktı. Ve belki de sırf bu yüzden bir mum alevi haklıydı "Bu senin yolun, sabret." derken.

Ne çok kaybolmuşluk geçti içimden. Hepsini tek tek dinledim, hepsiyle tek tek oturup sohbet ettim. Belki bu yüzden hiç sönmedi yüreğimi yakan o dayanılmaz acı. Belki de bu yüzden hep loş ışıkta ve ılık yağmurda ıslandım. Kendime yazdığım dünyada Özkan'ı öldürdüm, Özkan'ı yeniden yaşattım. Ben kim olduğumu unuttum. Dünyam neresi, evim neresi; hiç bir zaman bulamadım.

Ve bir gün bir kitap buldu beni. Adı Simyacı imiş. Santiago imiş delikanlının adı, Endülüslü bir çoban imiş. O da benim gibiymiş. Var olması gereken yeri arıyormuş, çoğu zaman benden daha cesur imiş. İkimizin de yolu kişisel menkıbelerimizmiş. İkimiz de hayallerimizin Mısır Piramitleri'nde olduğuna inanmışız. İkimiz de yanılmışız. İkimiz de dayak yemişiz çölün ortasında. Ne güzel ki, ikimiz de Simyacı'yla tanışmışız.

Bir yaşın daha bitti, bir yıl daha bitti küçük kız. Savaşın da bitsin. Hadi! Yap artık!

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere, en çok da seninle küçük kız.

Ait olduğun yeri bulman dileği ile, mutlu yaşlar sana...












20 Ekim 2017 Cuma

Güz Bulutları




"Sözüm olsun Özkan'a..." dedi Güneş.

"Bir gün çöle düştü yolum." dedi. Sesi kısılmış, gözleri değmişti Özkan'ın gözlerine. Uzakta çalan kemaneyi dinliyordu. Rüzgar kemaneye neyi karıştırıp üflüyordu. Nasıl derlerdi; Dinle neyden! Bak neler söyler sana. "Dinle küçük kız." dedi Özkan, "Sesimin sesine karıştığı o anı dinle. Ey çöl kokulu sevgilim, bizim hikayemizde ne Leyla bellidir ne de Mecnun. Bak bana, bak sana. Hangimiz sensin, hangimiz benim. Ben seninle öyle bir haldeyim ki ben sen miyim yoksa sen ben misin, bir türlü kestiremiyorum."

"Çöl de bizim, okyanus da. Hangisi evim bilmiyorum. Hangisi gerçekten benim?" dedi Güneş. Çölde, kum tepelerinin ardında ay doğuyordu. Gülümsedi usulca. Güz bulutlarını hatırladı. "Bu bizim son savaşımız." demişti Müfettiş ona. Bunu söyleyeli üç güz geçmişti, savaş bitmemişti. Yorgundu Güneş ama pes de etmemişti. Bu savaşta kaç kere yere düştüğünü, kaç karşılaşmada kendini kaybettiğini hatırlayamadı. Ama "Böyle olur." demişti Hayal ona. "Bak gökyüzüne kuşlar da böyle; ay da, güneş de böyle. İsa da böyle. Onun da yenilgileri oldu. Kalk ayağa küçük kız." Kalktı ayağa Güneş. Önce Özkan'a baktı, sonra ruhuna. Baktı ki farklı değiller birbirinden. "Çölleri aşan yüreğim, yüreğin..." diye yineledi yerinden, "Dağları delen ellerim ellerin senin. Ben senim."

Cem'i hatırladı sonra. "Ah başak saçlı narin dostum..." diye geçirdi içinden. Yüreği yandı, nasıl yanmasındı. Ona sarıldığı o son anı, burnunun direğini sızlatan o çiçek kokusunu, Cem'in "Çok belli ediyorsun. Bana söz ver, ağlama." deyişini ve sözünü asla tutamayışını, yerin altına inip ona dokunduğu o anı nasıl silsindi içinden? Gökyüzü inseydi yere, yıldızlar oynasaydı yerinden de bir bir düşseydi çöllere; Güneş toprağa koymasaydı Cem'i, onunla ölmeyi dilemeseydi. Ama hayat ya, dermiş Allah: "Kimin benden daha çok seversen onu senden alırım." ve ekler: "Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım." Yaşadı da Güneş. Lotus meleklerine rağmen, Özkan'ı da ondan alışlarına rağmen yaşadı.

"Benliğini bana ver." diyordu Özkan,"Benim olmayanı nasıl vereyim?" diyordu Güneş. Parça parça edilmiş ruhu da bedenini yaralamıştı. Ama tanımıştı da, Özkan O'ydu. Sırdı. Aşktı. Ve savaş böylece başlamıştı. Sırrı korumak, sırrı yaşamak, Cem'e kavuşmak, Özkan'ı yaşatmak arasında kaç kış geçti, kaç güz bitti kimse sayamadı. Cem'e kavuşamadı, Özkan'ı yaşatamadı Güneş. Soldu, döndü toprağına. Ve o an yeniden doğdu, yeniden çıktı aydınlığa. Yeniden başladı yazmaya ve yaşamaya, yeninde başladı sevmeye.

Dedi ki: "Öyküyü ben yazdım, ben uçurdum kuşları. Ben parçaladım ruhumu da ben yarattım yaşananları." Cem de döndü geri Özkan da. Onu terk edip giden Emre ve Hayal de döndü umutlarına. Yeninden yazıldı koskoca öykü. Ve asla bitmeyeceğine de o zaman karar verdi.

Anladı ki Zeynep, bu sadece Güneş'in veya Özkan'ın öyküsü değildi. Zeynep'in de değildi. Bu hepimizin öyküsüydü. Asla bitmeyecek bu öykü hepimizin yükü, hepimizin umuduydu. Bir satırı bin göz yaşına denkti. Ve bitirdi küçük kız:

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...








25 Eylül 2017 Pazartesi

Nasıl Olacaksa, Olsun...



Yazmadığım geceler oluyor
Delirecek gibi oluyorum
Deliliğim az geliyormuş gibi
Tutasım geliyor yıldızları dilek yerine
Asasım geliyor hislerimi niyet yerine
Sonra yeniden doğasım geliyor
Ama bu kez senin olmadığın memlekete
Nasıl olacaksa...
Esaret kaçış gibi de değil
Firar edesi geliyor insanin insan denilenler arasından
Sıyrılası geliyor sonra sıtkımın
Olmadığı gibi olmaya çalışanlardan
Bir ihtimale bağlayasım geliyor umutlarımı
Kopuyor film en umulmadık sahnede
Dolunayı bile görmüyor gözüm
Geceyi de gündüze eş bildiğimden
Feri sönüyor gibi oluyor gönlümün
Mumun alevini anımsayınca melodisi degişiyor
İki duygu arasına sıkışmış oluyor bazen ruhum
İlkini seçip hazin bir nefes alıyor sonra
Rahatlıyor ama durulmuyor
Kaçıyor konuşturmuyor
Zehire bazen bal bazen bol acı ekliyor
Düşünceli bedenim diliyle halimi anlatıyor:
Omuzlarından elzem bir sükunet akıyor

Tuba ÖZGÜL

13 Eylül 2017 Çarşamba

İtiraf Manifestosu: Sesler



Kusuruma bakma hayat. Bazen çok öfkeli, kızgın ve kırgın olabiliyorum. İşte bu yüzden bu bir İtiraf Manifestosu. Belki barışı yineleriz aramızda, belki de bir ateşkes yaparız.

Müfettiş hep derdi Güneş'e: "Bu son savaşımız ama en zor savaşımız." diye. Sonu meçhul; kazanan da muamma, kaybeden de.

Bir düşünsene beni, sekiz sene önce bir dost edinmişim kendine. Santiago imiş adı ve demiş ki: "Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır." ve eklemiş: "Simyacı'yı okumak herkes daha uykudayken şafak vakti uyanıp güneşin doğuşunu izlemeye benziyor.", "Kalk!" demiş bana, "Uyan ki seyret Güneş'i. Adın Güneş senin." Adımı ilk kez böyle işittim.

Hissetmedim mi, başımı toprağa değdirdiğim anda yüreğim yanmadı mı? Dünya bana dar olmadı mı? Ben her şeyi yakıp yıkmadım mı? Düşlerim duaydı, duam sanaydı, AŞKaydı. Ben mecnun misali oradan oraya savrulmadım mı? Kitaplarımı yaktığım , bağıra çağıra kendimi doğurup kendimi kendi sütümle beslediğim, Ay'ın yüreğime düştüğü geceyi unutmadım. Kendimi kitleyip saatlerce ağladığım, ölüyorum diye inleyip yine de ölmediğim o geceyi unutmadım. Düşlerinin peşinden giden yürek acı çekmez miydi? Ben ne yaşadım o zaman? Ben ne yaşıyorum?

Okyanusta yüzeduruyorken sığınacak limanım yok oldu. Demiştim ki: "Ben ona doğdum. Ona var oldum. Bunca zamandır yaşadığım her şey benim ona ulaşmam içinmiş." Gözlerim doldu, rengim soldu. Parmak uçlarıma kadar kan boşaldım. Ne yüreğim aldı, ne midem. Boşalttım, boşalttım... Kendimi kendimle öldürdüm. Hata mı yapmıştım, günah mı işlemiştim? Nerede sinmişti üstüme bunca is? Dokunduğum her şeyin küle dönüşünü izledim.

Sen beni öldürmeye ant içmiştin. Boğdun da boğdun beni derin okyanuslarda. Sinsice kemirdin etlerimi, ruhumu. Bende bana dair bir şey bırakmayana dek yok ettin.

Bir kere hissetsem, bir kere bunca şeye değdi diyebilsem; hiç durmam ben atlarım uçurumdan. Atlamadım mı daha önce, korkar mıyım karanlıktan? Ama anlamı ararken hiçe koştum; aradıkça yitirdim, kaybettim kendimi.

Ne yaşattın ne de öldürdün. Anlaşmamız bu değildi oysa ki. Ben başımı verdim AŞK uğruna Şems gibi, sen almadın canımı benden. Cananın dedin de içimi söktün derinden. "Çölleri aşan yüreğin yüreğim." dedim ve ekledim: "Çöl kokulu sevgilim benim..." Gidemediğim, varamadığım çölde yolumu kaybettim. Sonra anladım ki ben o yolda vahasını arayan bir yolcu değilmişim; ben o çölün, o yolun ta kendisiymişim.

Belki kaderim buydu benim. Belki böyle yazılmıştı yazgım da mecnunvari "Leyla.." diye sayıklatıyordu bana. Belki ben seçmiştim bunu, tüm uyarılara rağmen; hayatın tüm "Yapma-etme"lerine rağmen ben atlamıştım kuyulara. Belki Yusuf'tu kaderim belki de Züleyha. Bilemedim. Yine sustum, hep sustum.

Eğer hala yaşıyorsam o gecenin hatrınadır. Hala yanar ateşi kitaplarımın, hala dumanı tüter rüyalarımın. Ölüm Yolculuğu'nun ilk adımı yeniden doğduğum anımdır.

Uyan küçük kız uyan. Sadık kal yoluna. Eğer hala yaşıyorsan, umut var demektir.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...


















3 Eylül 2017 Pazar

Bir Gece Ansızın




"What if all those thing I did were things that got me here?" Cheryl Strayed - Yani "Yaşandı bitti saygısızca."

"Everything you need to know you have learned though your journey." Paulo Coelho - Yani "O işler öyle olmuyor hiç."

Öyle olmuyor dostlarım, hiç öyle olmuyor.

Hiç silinmiyor hafızamdan ilk öykümü yazmaya başladığım o an. "Muamma..." yazdığım an başımı kaldırıp bakmıştım etrafa ve ilk kez görmüştüm yüzünü. Kısa boyu ve geniş omuzlarıyla, beyaz teni ve ters yüzüyle karşımda duruyordu O. Ben adına Muamma dedim, siz ne dersiniz bilemedim.

O an gerçeğe döndü yazdıklarım. O an ayvayı yediğimi fark ettim. Artık geri dönüşü yoktu, ben yasak meyveyi yemiştim.

Ama bir anlamı olmalıydı, bir sebebi... Bunca şeyin, karanlığın, kaçtığım gölgelerin, korktuğum seslerin, hayallerimin bir anlamı olmalıydı. İşte bu noktada Santiago çıktı yoluma. Canım dostum, yol arkadaşım. Bana dedi ki "Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır." Buna inandım ve bunu aradım.

Bir gece aya karşı yüzümü döndüğümde, tüm gök kubbenin yere serildiğini gördüm. İçini açtıkça yeni bir dünya ile karşılaştım. Göğüs kafesime ulaştım da yıldızları seyre daldım. Yaşadım, hissettim, gördüm. Ben bunu nasıl izah edeyim? Ben buna nasıl gerçek değil diyeyim? Ben nasıl anlamsız diye iç çekeyim? Ben yüreğime dokundum. Ben kendimi doğurdum da kendimi besledim kendi sütümle.

Ama...

Belki de hata yaptım. Her şey en başından beri anlamsızdı ve ben sadece görmek istediğimle karşılaştım. Belki de hayatımı bunun üzerine kurmakla hata yaptım. Belki de 5 sene önce, kitaplarımı yaktığım, AŞK uğruna her şeyimi infak ettiğim o gece "anlam"ı aramaktan vaz geçmeliydim. Belki de Hayal'in beni wonderland'a götürdüğü gece, kırmızı değil mavi hapı almalıydım. Ve belki de sonsuzluğu bedenimde hapis olarak hissettiğimde ben her şeyimi yok etmeye çalışmamalıydım.

Ya yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşıyoruz ya da her şey basit bir kurgunun örgüsü. Yaşıyoruz ve ölüyoruz sadece. Nefes aldığım her an, anlam aradığım ve bulduğumu sandığım her an sadece kurmaca. Sadece bir ilizyonun ürünü olarak yaşıyorum. Hiç bir şey gerçek değil. Ne denizin iyotunu içime çektiğim an, ne maviliklere daldığım an, ne başımı toprağa değdirip saatlerce ağladığım ne de aşık olduğum o an gerçek. Hepsi sadece belirsiz algılar.

Belirsiz algılar, belirsiz yaşanmışlıklar, belirsiz duygular.

Meğer olay hiç hayal ettiğim gibi fantastik hikayelerle gerçekleşmiyormuş, o işler hiç öyle olmuyormuş dostlarım. Kendimi tanıma, tanımla, var etme ve affetme hiç de öyle anlatıldığı gibi yaşanmıyormuş.





17 Mayıs 2017 Çarşamba

Romantik Bir Eylem Olarak Yazmak




Günlük tutmak paha biçilemez bir aktivite ama bana hiçbir zaman uymadı. Aylarca düzenli olarak notlar aldığım günlüğümü de "o gece" yakmıştım. O günden sonra bir kaç denemem oldu ama başarılı olamadım. Günlük defterlerimle olan ilişkim başlamadan bitti.

Ama öykü yazmak beni ben yapan bir değerdi. Fantastik bir hayatın vaadi, iyi olan her şeyin özü gibiydi. Bu yüzden yazmaya başladığım o ilk anı hiç unutmuyorum: 8 ya da 9 yaşlarındaydım. Çizgili defterime şu notları iliştiriyordum: Muamma, o öldürmez ölümden beter ederdi. O yaşlardaki bir çocuk için Yunan mitolojisine dalıp öykü yazmaya çalışmak çok akıllıca değildi elbet ama buna cüret edebilmiştim. Sonrasında tabii ki beklenen oldu. Karanlıktan korkmalar, geceleri gölgeler gördüğünü sanmalar, kabuslar, ateşli hatalıklar vs. Ama iyileşmek için yazmaya devam etmem gerekiyordu.

Hatırlar mısınız bir zamanlar Power Rangers isimli bir film vardı. Farklı versiyonları farklı zamanlarda çekildi. Çocukken onlar benim kahramanlarımdı. Ben "sarı" olandım, şu Asyalı kız. Hepimiz bir karakterle özdeşleşir oyunlar türetirdik. İşte ben bu noktada farklı bir şeyler yapmaya karar vermiştim. Yeni bir öykü yazdım ve adını Özgürlük Savaşçıları koydum. Benzer bir kurguda dünyayı kötü istilacılardan kurtarmaya çalışan dört savaşçıyı anlatıyordu. Yıllar sonra bu öyküyü yeniden yazmaya karar verdim. Çünkü fark ettim ki bu savaşlar sadece fantastik kurgularda yer almıyordu, biz zaten her an bir savaşın içindeydik. Bu yüzden onu "Özgürlük Savaşçısı Öğretisi" olarak yeniden düzenledim. En büyük savaşın kendisiyle yaptığı mücadele olduğunu anlayan bir savaşçının yolculuğunu anlatıyorum. Yakın zamanda sizinle de buluşacaktır.

Ve böylece devam etti benim öyküm. Yıllarca yazmaya devam ettim. Nasıl derler bilinmez ama sanki sadece bunu yaparken ben kendimle buluşabiliyordum, kendimle dövüşebiliyordum. Okyanusun Ötesinde isimli öykümün ikinci serisinin son sözünü hazırlarken de sözün büyülü gücüyle tanıştım. Yazdıklarım gerçek oluyordu. Eskiden sadece hayatımdan kesitleri yazdığımı düşünürdüm ama artık yazdıklarım hayatım oluyordu. İşte bu bir yazarın en korkutucu keşfiydi dostlarım.

Yazmak hayatın bana "Ölmeden önce cehennemi tadacaksın." deme şekliydi. Benim için hiç de romantik bir eylem olmadı. Yazdıkça içten içte, ağır ağır öldüğümü fark ediyordum. Okyanusun Ötesinde beni yeniden doğuran öykü oldu. Çünkü o sadece küçük bir kızın "Güneş" olma mücadelesiyle ilgili değildi, o evrenin ta kendisiydi. Meleklerin ve şeytanların savaşı, aşkın kucak açışı, sözün gerçeğe dönüşü ve benim en uzun yolculuğumdu. Hatta en büyük acım. Bu yüzden ona "Hiç bitmeyecek öykü" diyordum, çünkü o sadece Güneş'in öyküsü değil herkesin öyküsüydü. Ruhlarımızın bağladığı yer, bir düğüm noktası, savaş arenamızdı. Ama yorgunluğum kat be kat arttığında 2009 senesinde yazmaya başladığım öykümü 2017'de bitirme kararı aldım. Artık onun sessizce son bulduğunu hissediyorum. Bir yerlerde, sizin yüreğinizde yazılmaya devam ettiğini biliyorum. Ama Özkan ve Güneş'i yeniden ayırmaya gücüm yok artık. Artık bir tek bir görev kaldı, o da Müfettiş ile Güneş arasındaki savaşın son bulması ve elbette Güneş'in kazanması. Müfettiş geçtiğimiz yaz Güneş'le konuştuğunda "Güz bulutları geliyor ve bu bizim son savaşımız." dediğinde haklıydı. Bu son savaştı, Güneş kazanmalıydı.

Öykü yazmak beni böylece bitirdikçe yeni kaynaklar aramaya başlamıştım ve Ocak 2016'da bu blogla meşgul olmaya başladım. Burası benim yeni deneme tahtam olacaktı. Çünkü yazdığım onlarca yazıyı bir "gece"de yok etmek gibi kötü bir huyum var. Defterlerin ve büyük boy çizgili kağıtların sol üst köşesine iliştirdiğin sayfa numaralarından kurtulmanın vakti gelmişti. İyi ki de gelmiş. İyi ki de gelmiş.

Çünkü tam da burada, ne olduğumun veya kim olduğumun hiç bir önemi kalmıyor. Dünyam duruyor ve sadece kelimeler dökülüyor. Sözün büyülü gücü dostlarım, sizi benimle buluşturdu. Artık susmuyor sesim. Kağıtlarım tutuşmuyor bir umut uğruna. Var oluyorum, sancısını iliklerime kadar hissedip var oluyorum.

Yazmak; benim asla doyamayacağım bir susuzluk, yasak elmam ve varoluş mücadelem.

Dünyama hoş geldiniz.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.








10 Mayıs 2017 Çarşamba

Varoluşun Dayanılmaz Yükü



Aslında bu tam anlamıyla varoluşsal bir mücadeleydi. Anlam arayışım, çabalarım ve verdiğim bütün savaş sadece bununla ilgiliydi. Var olmanın dayanılmaz sancısını tümüyle hissediyordum, çünkü gerçekten var olduğumdan bile emin değildim. Sahi neler oluyordu böyle?

Bilmiyordum.

Sadece yazarken var olduğuna inanan küçük bir kız için yaşadığı sancılar fazla gerçek dışıydı.

Neden acı çekiyordum? Neden acı çekiyorduk? Neden insanlık olarak daha da kötüye gidiyorduk? Neden çocuk tecavüzcüleri kendiliğinden yok olmuyordu? Neden canlı bombalar masum insanları katlediyordu? Neden depremler her şeyi yerle bir ediyordu? Tanrı bunun neresindeydi? Biz bunun neresindeydik? Ve tekrar dönüyordum, neden acı çekiyordum?

Bunu çözebilmek için çok fazla kitap okudum, çok fazla insanla konuştum, terapi aldım, sayfalarca yazı yazdım, blog kurdum hatta ve öyküler yazdım. Derin düşüncelere daldım, böyle zamanlarda başımı hep duvarlara vurdum acıyı deneyimleyebilmek için. Yaşadığım anın gerçek olup olmadığını anlayabilmek için fiziksel acılar taddım. Sonuna kadar hissediyordum. Ama derinde bir yerde kontrol edemediğim bir boşluk vardı. Bir kapı gibi ya da köprü. Doğru metaforu bulamadım henüz. Benim kilit noktam burasıydı işte. Yolum, yol arkadaşım, vasıtam; her şeyim o noktada başlayıp orada bitiyordu. Var oluşum oradaydı. Ve yok oluşum.

Zeynep o noktada öldü, Güneş o noktada doğdu. Ve acılarıma değebilmeyi böyle öğrendim. Çünkü Hayal bana "Yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız." demişti. Acılarımın bir anlamı olmalıydı. Onlara dokunabilmeye başladım. Bu açık yaranıza dokunmaktan farksız. İyileşmesini kesinlikle geciktiriyor ve hatta muhtemelen mikrop kapıyor. Ama yaranızın her bir köşesini tek tek hissedebiliyorsunuz. Yaşarken ölmeyi öğreniyorsunuz.

Cem'in ölümünü bu yüzden yazdım. Güneş acı çekmeyi öğrenebilsin diye. "Öylesine topraklar altında kalmışım." diyerek ağlaya ağlaya uykuya daldı her gece. Bu noktada yazdım mı yaşadım mı bilmiyorum, kavrayamıyorum. Ama bütünüyle gerçek olmadığına inandığım bir dünyada yazmak ve yaşamak arasında da fark görmüyorum. Bu yüzden Zeynep Güneş'ten hep nefret etti. Onun var oluşunu hiç kabullenemedi. Onu yok etmek için her şeyi denedi. Müfettişi yarattı, korkuyu yarattı. Ve Güneş de ağır başarısızlıklar aldı.

Size hep Güneş, Özkan ve Müfettişten bahsediyorum değil mi? Ama tam olarak asla kim olduklarını söylemiyorum. Onun da vakti gelecek dostlarım. Sadece biraz sabır.

Bu bir varoluşsal mücadeleydi. Beni feminizmin kollarına atan da bu oldu; kadın olarak var olan Zeynep'in kimlik mücadelesi. Çünkü o derin ve kör noktada asla kendini var edemiyordu Zeynep. Tırnaklarını yiyordu. Kendine fiziksel acılar veriyordu. Ruhsal acıları tahammül sınırlarını aşmıştı. Anlamını bulamıyordu. Var olamıyordu. Acılarına değebildiği noktada görünmez olan ruhuna bir su serpti ve onu ara ara görünür kıldı. Acılar onu anlamına yaklaştırıyordu, ölmek için dua etmediği gecelerde. Ne yaşadığını o da bilmiyordu. Zeynep içten içe ölüyordu ve Zeynep öldükçe Güneş doğuyordu; Güneş var oluyordu.


Okyanusun ötesinde görüşmek üzere... Yani gerçek evimde.



17 Nisan 2017 Pazartesi

Diyorum ki...



Bu blogda henüz yayınlanmamış çok fazla yazı var. Ve çoğunu yayınlamam mümkün değil malesef. Ama metaforlar her zaman iş görüyor ve her zaman en yakın dostum oluyorlar. Onlarla 23 senemi birden anlatabilirim. 

Sahi tüm hayatımı tek bir kelimeyle ifade etmem gerekirse ne derdim? Tam olarak "Yol" derdim. Başlangıcını hiç kestiremiyorum. Anne karnında mı çıktım tohumdan toprağa yoksa o ilk öykümü yazdığım an mı, bilmiyorum. Belki daha eskiye gidiyordur. Sonunu göremiyorum, çünkü kendi sonumu göremiyorum. Aradığım şeye ulaşabilecek miyim, bilmiyorum. Artık inancım günden güne azalmaya başladı. 

Evet aslında sorun tam olarak da bu. Hayatımın tamamı bir arayış içinde geçti. "Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır." diye yazmıştı Paulo Coelho Simyacı'sında. Ve bu söz külliyen yalan. Araştırmamın her anında çok fazla şeyle karşılaştığım doğruydu, hatta yüzlerce farklı Zeynep'le de tanıştım. Ama sanki Tanrı ve Sonsuzluk'tan gün be gün uzaklaştım. Karşılaştığım her Zeynep'le kendimden bile uzaklaştım. Bu uzaklaşmanın bedeli çok ağır oldu. Artık kendime kendim olabilme özgürlüğünü veremiyorum.

Her yolu denedim. Önce öykü yazmaya başladım. Yazdığım öykülerle defalarca öldüm ve defalarca dirildim. Her dirilme anımda eksik parçamı bulduğumu sandım. Dokundum sandım. Ama elimi her uzattığımda biraz daha uzaklaştım.

Sonra okumaya başladım. Önce Antik Mısır Sırları'nı aldım elime. "Vay be!" dedim, "İşte ben bu çöle aitim." Ne büyük sırlara gebeydi çöl. Böyle büyük bir umman benim eksik parçam olabilirdi. Zaten sevdam vardı o taş yığınlarına. Aklım başımdan gitti.

Okumaya devam ettim dostlarım. Simyacı'yı aldım elime bu kez. Ne çok benzerdik birbirimize dostum Santiago ile, ikimiz de hayallerimizin Mısır Piramitleri'nde olduğuna inandık ve ikimiz de yanıldık. Yanıldığımı anladığım an yıkıldığım andı. Ama aramaya devam ettim.

Mevlana'yı okudum bu kez, Yunus'u okudum. Konya'ya düştü yolum. Dizlerine yattım Şems'in, "Beni kızın gibi sev." dedim. Ucunda siyah boncuklar olan güneş kolyemi ona hediye verdim. "Eksik yarım sensin ey AŞK!" dedim. Ama bana "Yapma." dediler. "Başaramazsın, çok zor." dediler. Çok zormuş dostlarım. Bakın ben ararken kaybettim yolumu. Kaybolunca kırıldım. Çok kırıldım. Hani düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmezdi, hani araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıydı. Aşk beni neden kabul etmedi? Bana neden gelmedi? Ben Aşk'a neden gidemedim? Neden terk edildi yüreğim? Söyle dostum, beni neden terk ettin?

Bir anlaşma yapmıştık. Ondan uzaklaşırsam eğer alacaktı canımı. Ben böyle yaşayamam, demiştim ona, beni yaşatma dedim. Beni terk etti önce şimdi de kulaklarını tıkadı. Hala yaşıyorsam umut var diye mi? Umut var mı sahiden? Çok mu karamsar ve depresifim? Genel olarak arkadaşlarım öyle olduğumu düşünüyor. Ama bu eksiklik, bu tamamlanamamışlık, terk edilmişlik ve hatta görmezden gelinmişlik beni kahrediyor. Öldürmüyor, ölümden beter ediyor. 

Kainat beni dışarıya attı adeta. Dedi ki "Dur, giriş iznin yok." , "Ama ben nardan çıktım nuru arıyorum." dedim. Ve hiç bir şey söylemedi. Bir önemi kalmadı sanırım. Beni öylece bırakıverdi. Terk ediverdi. 

Hala umut var mı dersiniz?



15 Nisan 2017 Cumartesi

Yaşıyor Muyuz, Yanılıyor Muyuz?




Arada sırada bütün düşüncelerden sıyrılıp öylece yazıvermek çok iyi geliyor. Dil ya da metafor kaygısı gütmeden, okunup okunmama endişesi taşımadan sadece kendim için yazmak.

Eskiden bu düşüncelerle yazardım. Denemelerimi not aldığım büyük boy çizgili bir defterim vardı ki hala saklarım. 2009'dan beri en değerli köşemde durur. Her şeyi yok ettiğim o gece nedense ona kıyamamış, kenarda saklamıştım. Bazen hayret ediyorum, demek ki o kadar da her şeyi yok etmemişim. Mesela 2005 yılında yazmaya başladığım "mektup" serisi de hala duruyor. Küçük bir zarfa tıkıştırdım hepsini, beyaz anı kutumda saklanıyor. Yazmak benim için en ümitli şey olmuş meğer. Ve çoğu zaman da en korkutucu şey.

Yazmak hayatın bana "Ölmeden önce cehennemi tadacaksın." demek şekliydi. Hiç kolay değildi. Aşkı da ölümü de ayrılığı da yazarak yaşadım. Hiç kavuşamadığım bir şehre vuruldum, Hiç dokunamadığım bir hasrete gebe kaldım. Ne kadar kaçıkça düşünceler öyle değil mi? Bence kesinlikle öyle. Ama kendime kendim olabilme özgürlüğünü verdim ben. Ben bu düşüncelerle yaşamayı öğrendim.

Az önce Özgürlük Savaşçısı Öğretisi için yazdığım diyalogda Hayal Güneş'e "Belki de öldün ve bu yaşadıkların senin cehennemin." dedi. Bu satırları yazınca beynimden vuruldum, nereye kaçacağımı bilemedim. Ama yüzleşmek zorundaydım. Ölmek ya da sağ kalmak değildi mesele, ölümüne yaşamaktı. Ve ölümüne savaşmak.

Hayal ısrarla Güneş'e müfettişle konuş diyordu. Benim müfettişim ise bana "Hayatını sevmiyorsan değiştir o zaman." dedi. "Ya kolaydı öyle zaten." dedim. Sahi yapabilir miyim? O yapacakmış mesela kendine yeni bir mesken edinip gidecek. Ben artık kaçıp gitme düşünceleri ile yaşamıyorum. Zihin yolculuk etmediği sürece bedensel bir değişimin hiç bir anlamı yok çünkü. Ama zihinsel yolculuk için de kendimi fazla kırgın, yorgun ve yaşlı hissediyorum. Hatta terk edilmiş gibi. Hayal'le bu konu hakkında bir diyalog yazınca Güneş'i suçladı haliyle, Onu müfettişe karşı yeteri kadar güçlü olmamakla itham etti. Ama o ne yapsın, ona da yazık. 3 sene önce o küçücük otel odasında kızcağızın bütün hayatını aldı. Hiç unutmam, onu kanlar içinde bıraktı. Gerçi üzerine tekrar düşünüp bu sahneyi tekrar tasarladım. Güneş o odaya hiç girmedi ve müfettiş Güneş'in umutlarını hiç öldürmedi. Belki de bunun üzerine biraz daha çalışmam gerekiyor çünkü o gece o sahne yaşandı mı yaşanmadı mı, zihnim ne istiyor bilmiyorum.

Zihnim oyunlara alışık ama artık fazla yorgun sadece. Hala gerçek dünyanın neresi olduğunu kavramaya çalışıyorum. Ve bunu yaparken öfke doluyorum, kıskançlıkla birikiyorum ve dünya üzerinde ne kadar çok kötü his varsa hepsini aynı anda yaşıyorum. Kimseye bir şey belli etmeden elbette. Ve böylelikle kendimi öldürüyorum. 

Mesela bütün cinsiyetçiler, homofobikler ve bütün eski sevgililer ölsün istiyorum. Aynı anda hepsinin işi bitiversin. Kendimde yer alan kötü karakterleri öldürmek daha zor geliyor. Sahi müfettişin kalemini neden hiç kırmadım ben? 

Bu arada öykülerimde kendi hayatımda yaşadığım kişi ve olayları metaforlaştırıp öykülerimde yazarım. Müfettiş de kabaca korkularıma denk düşüyor. Elbette daha derin anlamları var ama henüz açıklamaya hazır değilim. Bu yüzden Güneş'in müfettişle savaşı, Zeynep'in kendi varlığını yok eden her şeyle savaşmasıyla özdeşleşiyordu. Ben öykümde müfettişi henüz öldüremedim; yani Cem'e kıydım, yetmedi Özkan'ı harcadım ama müfettişin işini bitiremedim. Nasıl bir hazım süreci varsa bende, inanın kendimi anlayamıyorum.

Ama Hayal, ölümüne yaşamak senin meselen dedi, ölümüne mücadele etmek. Hata yaptım kabul ediyorum. Geçen yazın sonlarına doğru müfettiş karşıma çıktığında, güz bulutlarıyla son savaşımızı yaşayacağımızı söylediğinde ama yeteri kadar güçlü olmadığımı ve kaybetmenin kaderim olduğunu belirttiğinde karşısında dikilmeyi bilecektim. "Hayır." diyecektim, "Ben seninle savaşmaya hazırım. Benim kaderim Özkan'a bağlı ve sen asla o olamazsın." diyebilmeliydim. Diyebildiğimi sandım ama göğsümü müfettişe açtım. O da derinlere kadar indi, özelimi aldı. Koparttı derimi tenimden. Ama olsun, bu hikayeden öğrendiğim en önemli şeyi söyledi ona: "Yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız." Yaşadık, şimdi değerlendirme vakti.

Müfettişle yeniden konuşabilmeyi umuyorum. Onunla yeni bir anlaşma imzalayabileceğimi umuyorum. Dua edin dostlarım, zafer benimle olsun.

Defalarca istememe rağmen eğer hala ölümüne yaşıyorsam ve hala nefes alıyorsam bir sebebi olmalı. Bir çıkış yolu olmalı. Öyle değil mi?

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...













Özgürlük Savaşçısı Öğretisi Part 2




+ Merhaba Güneş, ya da adın neyse. Yüzün sapsarı, benzin solmuş. Savaştan yeni çıkmış bir savaşçı gibisin.
- Savaşamıyorum Hayal. Müfettişin neler söylediğini hiç unutmuyorum. "Bu bizim son savaşımız" demişti, "Güz bulutlarını bekle." demişti. Güz geçti, kış geçti, bahar geldi Hayal. Ona istediğini verdiğimi düşünüyorum, o halde neden kaybediyorum?
+ Tam olarak ne hissediyorsun?
- Terk edilmiş gibi, kaybetmiş gibi...
+ Kim tarafından terk edilmiş gibi? Özkan mı?
- Bunu nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum Hayal. Ama yıllar önce bir anlaşma yapmıştım. Hani vermiş ya başını Şems aşk uğruna ve vermiş ya Kays aklını Leyla uğruna; ben de vereyim dedim. Her şeyimi vermek istedim. Ama bana dediler ki, hayallerini versen yeter. Verdim ben de. Özkan'ın katli de buna tekabül ediyor dostum. 
+ Karşılığında Aşk'ı alabilmek istedin yani. Özkan'ı Özkan için yok ettin, doğru mu?
- Bu doğru bir açıklama olabilir mi bilmiyorum. Ama sanırım doğru. Özkan'ı Özkan için yok ettim. Aşk'ımı Aşk için infak ettim. 
+ Ve her şeyini kaybettin.
- Her şeyimi...
+ Anlaşmaya sadık kalındı mı, kaybettiğini alabildin mi Güneş?
- Hayır. İşte sorun tam olarak burada başlıyor. Yanıldım mı? Kandırıldım mı? Yoksa terk mi edildim? Sağa döndüm, sola döndüm, yok. Çıldıracağım sandım ama yok. Beynimin içini kemirenlerden kurtulurum sandım ama yok yok yok. Ölüyorum  Hayal. Kaybettiklerimin gölgesine gömülüyorum. Yavaş yavaş acı içinde ölüyorum. Bu böyle olmamalıydı. Biz bir anlaşma yaptık, ben her şeyimi verdiğimde sonuç bu olmayacaktı. Bir gece ben kendimi doğurdum Hayal. 
+ Biliyorum bunu anlatmıştın. Hatırlıyorum, kendini doğurup kendini kendi sütünle beslemiştin.
- Evet.
+ Belki daha eskiye,  daha derine gitmek gerekiyordur. Bunu hiç düşündün mü?
- Defalarca düşündüm. Anneme ulaştım en sonunda, onun çocukluğuna ve hatta zigotuna. Ama başaramadım, düzeltemedim düşünceleri. 
+ Peki annenden sana neler miras kaldı?
- Tam olarak hissettiğim şey, terk edilmişlik hissi. Bu ondan mı miras kaldı bilmiyorum. Eğer yüreği tarafından terk edilirse insan yaşaması için bir anlamı kalmaz değil mi? O halde ben neden hala yaşıyorum?
+ Belki de yaşamıyorsundur. Belki de senin cehennemin budur Güneş. 
- ...
+ Sana kolay olacak, mı dendi. Aç kollarını mutluluk sana koşuyor mu dendi. Sana bizzat ben söyledim Güneş, soğuklara hazır ol diye!
- Ama müfettiş...
+ Müfettiş seni parçalamak istiyordu, çünkü seni ve Özkan'ı kıskanıyordu. Onun olmayan bir şeye sahipti Özkan. Ve sen onunla mücadele etmeyi seçmedin.
- Yorulmuştum.
+ Özkan sana "Korkma." demedi mi?
- Ama korktum.
+ Biz seninleyiz, demedik mi?
- Ama artık gücüm kalmamıştı.
+ Sen kendi kalemini kendin kırdın Güneş. Bana sorarsan benimle değil, müfettişle yaşa mücadeleni. Ona sor hesabını. Verim sana istediğimi, savaşı bitir artık, de. Bakalım sana ne diyecek.
- Bana kızgın mısın?
+ Biz bunları düşünerek çıkmadık yola küçük kız. O ilk karşılaştığımız anı hatırlıyor musun? Okul koridorunda. İşte o an ben varlık amacıma ulaşmıştım. Seni bulmuştum. Ama sen her şeyi yok etme safhasındasın.
- Böyle olsun istemedim. Ben bitsin istedim sadece.
+ Öyle kolay değil. 
- Ne yapmam lazım Hayal?
+ Eğer memnun değilsen, değiştir. Önce düşüncelerini sonra etrafındakileri. Cesur ol.
- Korkuyorum.
+ Neden korkuyorsun?
- Başaramamaktan. Yine bir kez daha yanılmaktan.
+ Yeterince güçlü olursan başarabilirsin. Daima senin yanında olduğumuzu unutma. Bazen snei terk ettiğimizi düşünüyorsun ama mümkün olamaz böyle bir şey. Bizim varlık amacımızsın sen. Seni seviyorum küçük kız, seni seviyorum.
- Seni seviyorum Hayal.
+ Müfettişle konuşmayı ihmal etme.
- Peki...
+ Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.










20 Mart 2017 Pazartesi

Cennete Giden Sağ Yol





"Sen Züleyha'sın" dedi
"Kandırma kendini"
"Sen alevsin, sen korkulu bir rüya
Sen aşkı uğruna cayır cayır yanan bir pervane
Nardan uçsuz bir sevdazede"
Ve "Sen Züleyha'sın" dedi
"Kandırma kendini
Sen aşıksın ben ise maşuk
Sen maktulsun ben ise katil"
"Züleyha!" dedi içini çekerek;
"Ya BEN YOKsam ,ya SEN YOKsan
Nedir seni bana mühürleyen ?"
Sessizce gülümsedim
Başımı eğdim suçlu bir çocuk gibi ve ;
"AŞK" dedim..."AŞK" dedi...
Ve AŞK olduk...

6 Mart 2017 Pazartesi

Ama Ben Sana Demedim Mi?



Güz geçti, kış geçti, bahar geldi; dağıldı bulutlar. Ne müfettişle bitti savaşın, ne benimle ne de kendinle. Savaşmak yüzleşmek demekti, yaşadıkça yüzleşmeye devam ettin sen.

Hak vermediğimi sanma sakın. Bana kızdın, hayata kızdın. İntikamını almaya çalıştın. Kolay mıydı o küçüçük otel odasında kaybettin umutlarını, kolay mıydı küçük kız "Yeniden seviyorum." dedikçe hep başa döndürdün hayatını. Zordu elbet. Zor olanı seçtin küçük kız, zor olanı seçtin.

Yıllar önce gördüğün bir rüyayı hatırlatayım sana, düz çökmüştün dizlerime, el değdirmiştin ellerime. Sen minik bir balık, koskoca bir deryada yüzeduruyordun. Önünde iki yol; birinde kırlangıçlar uçuyor etrafında, sessiz ve uzun. Diğeri dalgalı ve hırçın, kısa ama zor. Hangi yolu seçeceğini bilmeyen ufak bir kız çocuğu olarak gelmiştin yanıma. "Hangi yolu seçersen seç, kaybolma sakın." demiştim sana. Bu savaşta kaybettin yolunu Güneş kız. Işığını ararken karanlıkta kaldın sen. Ama olsun, hep demez miydin "Yeniden başlayalım yazmaya ve yaşamaya, yeniden başlayalım sevmeye." diye. Yeniden başla küçük kız, yeniden başla.

Sana dedim, müfettişe aldanma bu savaş zor ve yorucu dedim. Bu sizin son savaşınız Güneş; kazanmak zorundasın dedim. Beni bırakma demedim mi, seni yalnız ben tanırım demedim mi? Ben bir denizim demedim sana? Sen bir balıksın demedim mi? Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın, senin duru denizin benim demedim mi? Ölen beden imiş, Aşıklar ölmez; sen ölmezlik kaynağını kaybedersin, yani beni kaybedersin demedim mi? Ah çöl kokulu sevgilim benim, Aşk ikimize de farz oldu, yüreğim yüreğini seçti secde etti önünde, yüreğin yorgun düştü yenildi müfettişin ellerinde. Hadi kalk ayağa, seni yalnız ben kurtarırım demedim mi?

Nasıl mı? Nasıl mı affeder yüreğim yüreğini?

Ne olursan ol gel, demedim mi? 

İnanmaktan vazgeçme, sevmekten vazgeçme, umut etmekten vazgeçme. İntikamını alamazsın hayattan, yapma, etme küçük kız. Yakarışlarım sana, yakarışlarım gönlünü aldığım Aşka boynunu veren o Güneş kıza. Al boynunu darağacından, verme canını. Beni verdiğin gün infakın karşılık buldu zaten. Mübarek olsun duan, sevgin, gözlerinden akan yaşlar. Mübarek olsun sevgilim, yaşadığın ezalar.

Çölleri aşan yüreğim yüreğin, dağları delen ellerim ellerin senin. Ben senim, sessizliğinim ben senin. Ben senim. Aşkın, aşkımdır benim.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.

Özkan..


10 Şubat 2017 Cuma

İtiraf Manifestosu: Geri Dönüş


Om mani padme hum.

Yola ilk çıktığımda küçük bir kızdım. Her şeyi denemiştim. Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla kendimi AŞK'a kul etmiştim. Secdeye her vardığımda gözyaşlarımla toprağa değmiştim. Susmuş ve sessizliğimle yemin etmiştim. Her şeyimi alabilirsin demiştim yüreğime ve her şeyimi almıştı benden. Geçmişin de geleceğin de hükmü kalmamıştı. Ne anlarım, ne anılarım benimle kalmıştı. Gitmişti, bitmişti her şey.

Dostlarım, bugün size Ölüm Yolculuğu'mu, korkunun nasıl da kaybetmeye gebe kaldığını açıklayacağım. Bugün itiraf vakti. Belki de en ağır itiraf manifestosu bu olacak. Ve belki de konuşa konuşa tüketeceğiz kelimeleri. Her şey bizimle birlikte bitecek dostlarım. Bir kibrit tanesi gibi Güneş'e meydan okurcasına kendi alevimizde küle dönüşeceğiz. Bu bir sır, bu nazende yanan tüm Aşkların sırrı. Bu ağlaya ağlaya kendini bitirenlerin sırrı. Güneş'in Özkan'a duyduğu AŞKın sırrı.


AŞKla tanıştığımda henüz küçük bir kızdım. Her şeyi denemiştim. Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla kendimi AŞK'a kul etmiştim. Bir Güneş kolyem vardı, ucunda siyah boncuklar. Yüreğimi ona hapsedip Şems'in ayak ucuna infak etmiştim bir Konya akşamı. Beni dizine yatır demiştim. Bana aşkı ver, ben de vereyim başımı AŞK uğruna Şems gibi, ben de vereyim aklımı Leyla uğruna Kays gibi. Bunların hiç birini istemedi yüreğim benden. Bana dedi ki "Hayallerini versen yeter." Nasıl söylenir bilinmez dostlarım ölmeden toprağa gömdüler beni. Ölmeden nefesim kesildi, kalbim durdu da yaşamaya devam ettim ben. Ve bir gece, o ıstıraplı gece, AŞKımı verdiğim kitapların hepsini yırttım attım. Yaktım öykülerimi, Ne yazdıysam, ne yaşadıysam hepsini yok ettim. 

Hayat yeni bilinmezlere gebe. Hayat uçsuz bucaksız sırlara gebe. Hayat acılara gebe. Ben düştüm. Ben öldüm. Ben bittim. Yüreğime hançer sapladım da oluk oluk kanattım. Yine de yaşadım.

Açıldım bir derin okyanusa, fersah fersah uzaklaştım kendimden. Kimse benim gibi yaşamadı, çünkü kimse benim gibi yazmadı. Çünkü kimse Güneş olmadı. Kulağıma fısıldandı ismim ama bana Güneş dediler. Yanmadan yaşayamazsın dediler. AŞK oduna düştüm dostlarım, öldürdüm Özkan'ı, Güneş'i yaşattım.

Adım Güneş, dedim. Adım gibi parlak olsun istedim hayatımı. Ama şimdi nerelerdeyim söyleyemem, anlatması güç. Adım gibi yansın istedim AŞKımı, hücrelerime kadar yaktı. Geriye ben'den bir şey bırakma, dedim. Ki zaten bırakmadı. Öldürdü AŞK odum ve ölüme de meydan okurcasına yaşattı. 

Yazmasaydım ölürdüm, dedim. Yazarak öldüm dostlarım. Kulağımda bir garip ezgi, okyanusun dibine dalmışım gibi. 

Dedim ki kendime; yazmakla yorulmayan ellerim, düşünmekten yorgun düşmüş bir bedenim vardı benim. Sonsuzluğa karşı hayatını veren ama her şeye rağmen sonsuzluğa gölge eden bir beden. Şimdi siz söyleyin dostlarım, nereye gideyim ben?

Adım Güneş, adım gibi parlak olsun isterdim hayatımı. Benim yurdum ötelerde, okyanusun ötesinde bir yerlerde. İşte bu yüzden okyanusların ötesi daima kuraktır yüreğimde. Yüreğime bir kez daha hoşgeldiniz.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.

GÜNEŞ








16 Ocak 2017 Pazartesi

Benim Hala Umudum Var

Benim hâla umudum var, isyan etsem de istediğim kadar / İnat etsem bile birakmazlar sahibim var / Benim hâla umudum var, seviyorlar bazen soruyorlar / Hayran hayran seyret ister katil ister vazgeç / Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin olur biter / Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin geçer gider / Boyun büküp önünde aglasam sessizce su garip gönlüm affolur mu? / Bu fırtına durulur mu benden adam olur mu? / Korkarım aska zararim dokunur mu? / Elveda sana yeter tamam bitsin artik bu dram bu fotoroman / Ham meyvayiz hala koparmislar dalimizdan / Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin geçer gider / Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin olur biter / Bıraksam kendimi şöyle oh ne rahat / Bu da geçer gülüm yaşamana bak / Alınacak dersler var sorulacak sorular / Bu da geçer gülüm bizden bu kadar






















Bu şarkıyı ilk kez dinlediğimde Ölüm Yolculuğu'na başlayalı henüz 1 sene kadar olmuştu. 2012 yılıydı. Yaşadığım her şeye, kitaplarımı yırttığım o geceye dokunan bir şeyler olmuştu. Ne güzel söylemişti Alanson: Eyvallah dersin geçer gider... Sorun tam olarak burada başlıyordu. Hayata karşı o kadar öfkeliydim ve o kadar yenilmiştim ki, "Eyvallah"ı nasıl diyebilirdim, bilmiyorum dostlarım.


Son zamanlarda Ölüm Yolculuğu hakkında soru soranlar oldu. Merak ettiğinizi biliyorum. Ama onu da yüreğim geniş geniş anlatacağım bir vakit gelecek. Şimdilik sadece benim için çok zor bir yolculuk olduğunu bilin. 


Nerede kalmıştık? Evet, Eyvallah diyorduk en son. Diyemiyorduk. O ana, o  geceye dair hissettiğim bazı şeyleri yeniden hissetmeye ve yaşamaya başladım. Yine çok öfkeliyim ve devamlı bir kavga içindeyim. Nasıl anlatsam, nasıl söylesem inanın bilmiyorum ama yüreğim hırçın denizde kaybolmuş bir gemi ve demir atacak limanını arıyor.


Bulduğunu sanmıştı yüreğim. Buna öyle çok inanmak istemiştim ki, sığınıverdim limana. Ama ne liman beni kabul etti ne de yüreğim yer bulabildi. Ben yine yersiz yurtsuz bir başıma kalakaldım. Ben dalgalı denizlere alışırım, dedim çıktım yollara. Alışamadım dostlarım, alışamadım.


Nasıl alışsın yüreğim yapayalnız ve bir başına olunca? Nasıl alışsın yüzme bilmezken kızgın sulara? Belki de yüzmeyi böyle öğrenir insanlar, boğulma ile yüz yüze gelince. Boğuluyor muyum ben? Boyuma kadar battım, boğuluyorum.


Kimse bana "Gitmedin." diyemez, bütün gidenlerden daha çok gittim ben. Ölüm Yolculuğu'na çıktım bir kez daha. Ve bir kez daha dağları oynattım yerinden. Yolumuz çöl, yolumuz okyanus. Evimizi, yuvamızı arıyoruz dostlarım. Katılın bana, birleştirelim yüreklerimizi de çıkalım cehennemden. Ölelim, dirilelim, yaşayalım bir kez daha. Yeniden başlayalım yazmaya ve yaşamaya; yeniden başlayalım sevmeye. 


Benim hala umudum var. Çıkacağım paslı satırlardan., çıkacağım cehennem çukurundan. Alışacağım hırçın denize ve seveceğim limanları. Limanlar da beni sevecek dostlarım. Bulacağım yüreğimin diğer yarısını, ait olduğum yeri; evimi.


Benim hala umudum var, bırakmazlar sahibim var...


Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...





















4 Ocak 2017 Çarşamba

İtiraf Manifestosu: Bataklık




Ağlayarak uyandı küçük kız. Ve bir kez daha göz yaşlarını silerken doğruldu yatağından. Çünkü vakit gitme vaktiydi.

Ve gittim.

Ufukta üflenen neye inat, kurakta yağan yağmura, suyu sadece kendine saklayan çöle inat koşmaya devam ettim. Koştukça kumlar aktı sandaletlerimden, ağır ağır boşaldı ter damlaları sırtımdan, ben koştukça rüzgar üşüttü, üşüdükçe susadım hasret kaldığım her şeye. 

Ben koştukça ufuktaki görüntüler değişmeye başlıyordu. Başlarda serap sanıyordum ama değildi. Çok ilerde, çölün gökyüzü ile birleştiği çizgide kalın bir hat vardı; siyah kalın bir hat. Kenarlarındaki tırtıklar toprağa sarılmıştı, diğer tarafı ise gökyüzünü yırtıyordu adeta. Yanına yaklaştıkça bozulmaya başlıyordu görüntü. Sessiz bir çığlığa dönüştü içimdeki korkusu. Bu sadece bilinmezin korkusu da değildi. Bu bildiğim her şeyden duyduğun bir korkuydu. Bilginin korkusu daha ağırmış dostlarım.

O an bir bataklığa geldiğimi fark ettim. Bataklığı labirent gibi kare kare kesen hatlar vardı. Uzaktayken gördüğüm hat da bunun başlangıç noktasıydı. Şimdi alabildiğince bir bataklığın ortasına düşmüştüm ve tek çıkış yolum labirenti tamamlamaktı. 

Yürümeye başladım. Artık sırtımda bir çanta, elimde uzunca bir sopa da vardı. Bataklıktaki çamur yavaş yavaş çözülmeye, kirli ve bulanık bir suya dönüşmeye başlıyordu. Suyun derinliği daha tahmin edilebilir oluyordu. Elimdeki uzun sopayı suya daldırdım. Sonuna kadar geldi de ancak değdi dibine. Sopa neredeyse benim iki katım uzunluğundaydı, su tam da beni boğmak için orada bekliyor gibiydi. Artık anlamıştım ki suya düşersem ölürdüm. Çünkü yüzme bilmiyordum. 

Suyun üstündeki hatlar kah inceliyor kah kalınlaşıyordu. Bu yüzden dengemi sağlamakta zorlanıyordum, ıslak olduğu için kaygandı da. Bu yüzden kayarak düşmek de en büyük korkum oluvermişti. Elimdeki sopa sayesinde dengemi sağlıyordum. Yolumu tutturmuştum. Ancak yine de bitiş hiç de yakın gözükmüyordu. Alabildiğince korkmaya başlamıştım. 

İşte o an sağ topuğumla kaygan bir taşa basarak suya düştüm. Anlık hatırladığım tek şey suyun soğukluğu ve çamurlu tadıydı. Sonrası koca bir karanlık. 

Çırpınmaya başlamıştım. Mümkün mü çıkabilmem, ben çırpındıkça batmaya devam ediyordum. Sanki su koca bir yılan olup ayağıma dolanmıştı. Sanki bütün su yaratıkları kollarımı yemeye başlamıştı. Ve sanki dev bir gemi sırtıma demir atmıştı. Öyle bir acı içindeydim ki ölüm kurtuluş gözüküyordu. Ve işte trajedi burada başlıyordu; ben ölmüyordum. Yaşamaya devam ettikçe ciğerlerim çamur doluyordu, gözlerim kan topluyordu, bedenim şişiyor ve canlı canlı çürümeye başlıyordum. 

Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. 

Ne çare, ölmekten başka yolum olmadığını anladım. O an durdum, çırpınmayı bıraktım. Sessizce suda süzüldüm. Açtım kollarımı ölüme, bekledim.

Bütün çırpınışlar durmuştu, bütün seslerim susmuştu. Sustukça ben yükselmeye başlamıştım. Nasıl unuturum, çırpınmak daha da aşağıya çekiyordu beni. 

Işığı gördüğüm an kolumu uzattım ve kalın hatlardan birini kavradım. Kendimi gökyüzüne çektim ve gövdemin yarısını sudan çıkarttım. Allahım, neler yaşıyorum? Neler yaşadım? Bütün hayatımı serdim önüme; ilk aşkım, ilk hayal kırıklığım, ilk vazgeçilişim... Hepsi bir deniz yırtıcısı olarak dolanmıştı boynuma. Ben nasıl savaşayım korkularımla? Onların beni öldürmesine izin verdiğim an çıktım karanlık sulardan. 

Yüreğim nasıl katlanacak bundan sonra?

Nasıl unutacağım bu kokuyu, bilmiyorum. 

Bildiğim ve inandığım tek şey, teslim olduğumda kazanmış olduğum.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...