21 Aralık 2018 Cuma

Tek Yön Gidiş

Biliyorum küçük kız, korkuyorsun.

İnanmaktan korkuyorsun, savaşmaktan korkuyorsun, yenilmekten korkuyorsun. Göründüğün ve gördüğün her şeyden korkuyorsun. Sevmekten ve sevilmekten korkuyorsun.

Ama zamanı geldi. Artık hazırsın. Nasıl fısıldardı Hayal sağ kulağına "Bu senin son savaşın. Güz bulutlarını bekle." Kaç güz geçti, kaç kış bitti; ben sayamadım küçük kız. Bitmeyecek savaşın. Yaşadıkça, nefes aldıkça bu dünya üzerinde; yürümeye, koşmaya ve savaşmaya devam edeceksin.

Ama bu kez sen kazandın küçük kız, sen kazandın. Kalktın ayağa, şafak vakti herkes uykusundayken uykundan uyanıp çıktın sokağa. Kuşları dinledin, sabahın ilk ışıklarını izledin. Ve herkes uykusundayken daha, sen uyanmayı seçtin. Uyandın küçük kız, uyandın. Tavşan deliğinden harikalar diyarına vardın. Fil dişinden kulene tırmandın. Çölleri aştın, okyanuslardan taştın. Sen, uzun zaman sonra ilk defa "sen" olabilmeyi başardın.

Hatırlar mısın, eskinden en küçük bir ezgide gözlerin dolardı. Topraktaki taştan, gökyüzündeki yıldıza kadar hissederdin her şeyi. Sayfalarca okurdun, sayfalarca yazardın. Ve hatırlar mısın, yazdığın her sayfanın sağ üst köşesine numaralar yazar, daire içine alırdın. Kendine bir dünya kurardın. Özgürlük Savaşçısı'ydın, Funda'ydın, Gülçin'din, Yeşim'din. Ama sen en çok Güneş olmayı sevdin. Adın Güneş'ti. Adın gibi parlak olsun isterdin hayatını.

Hatırlar mısın Hint masallarını okuduğun günleri, Sankristçe öğrenmek için uğraşmaya başlamıştın. Kitaplarını yaktığın o geceden önce, defterlerin vardı, sırlarını sakladığın. Öğrendiğin yeni kelimeleri, teorileri hep oralarda saklardın. Ve bir sabah, yatağında öylece uyanık haldeyken, soluğun kesilircesine sana ilham olan satırları; asla korkmadan, ölene kadar saklayacağına söz verişini; hatırlar mısın küçük kız? Güneş Dil Teorisi'ni mesela, Churchwardlar hakkında attığın ve tutturduğun bilgileri ve bunları düşünürken kendini İran müziğine kaptırdığın geceleri.

Hep demez miydin "Ben aradığımı buluyorum." diye. Ve demez miydi Rumi "Neyi arıyorsan O'sun sen." diye.

Aradığını buldun küçük kız. Yol arkadaşını, mürşidini, başını yaslayacağın omzu buldun nihayet. Aynaya baktığında, her "Ben, bana emanetim." dediğinde buldun. Yanan dalların iyileştikçe sen, "sen" oldun.

Küçük bir damlaydın sen, okyanusa karıştın. Şimdi "Ben okyanus değilim." diyebilir misin hiç?

Seninle gurur duyuyorum küçük kız. Başardığın için, yeniden inanmayı seçtiğin için, yüreğini dinlediğin ve işaretleri takip ettiğin için. O, seninle konuşuyor. O, seni dinliyor. O, daima seninle. O, daima sende ve sana kendi ruhundan üfledi, şah damarından da yakın oldu.

Yol uzun. Ama unutma, yolu seçecek olan sensin. Ben hafif ılık bir yağmur altında, sisin arasında, ormanda yürümeyi tercih ederim. Kekik kokan patikalarda yürümeyi ve ay ışığı ile yolumu aydınlatmayı dilerim.

Yol uzun küçük kız. Ama yol bizim. Seçim bizim. Birlikte, koşa koşa, şarkılar ile yürüyoruz.

Bu hafta güzel şeyler oluyor. Bu haftaya sahip çık, bu haftaya sarıl.

Seni seviyorum.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.


















4 Aralık 2018 Salı

İksir İçtim Değiştim


İksir içtim, değiştim.

Biliyor musunuz, depresyon serimi bitirdim. Bu kez ben kazandım, onun yenmesine izin vermedim.
Önce saatlerce ağladım, aynaya bakıp ne kadar salak olduğumu ve ne kadar beceriksiz olduğumu düşündüm. Ben kendim, kendi hayatımda kocaman bir yüktüm. Sırtımdaki kamburun kendisiydim. Ben kendimi unutamayacak kadar nefret ediyordum.

İksir içtim, değiştim. Raflarımdaki bal kavanozunu açtım, balın tadına baktım.

Önce kendimi suçladım, sonra etrafımdaki herkesi. Sonra diktim gözlerimi gözlerimin üstüne, seçimlerimi fark ettim. Fark ettim düştüğüm kuyunun karanlığını ve içeride olan ışık kaynağını fark ettim. Korkularımı ve korkularımın beni sürüklemesine nasıl izin verdiğimi, küçüldüğümü, küçülttüğümü ve yaşlandığımı fark ettim.

Sorsalar 25 yaşında bile değildim; 82’den gün almış, 90’a merdiveni dayamıştım. Saçlarımdaki beyazlar, gözlerimdeki çukurlar beni yanıltmıyordu.

Kendimle ilgili inandığım şeyler, benim gerçekliğimi oluşturuyordu. Başımı yorganın altına gömüp “Neden beni terk ettin? Neden beni sevmeyi bıraktın?” diye yakardığım her gece aslında kendi kendime nefretimi sunduğumu fark ettim. Nasıl ki ete kemiğe büründü ruh; Yunus diye göründü, Zeynep oldu, Hayal oldu, Özkan oldu. İşte ben de öylece nefret ettim ruhumdan.

Özkan derdi ya “Sana değen her kalp benim kalbim.” diye; Özkan’dan da, bana değen her kalpten de öylece nefret ettim.

İksir içtim, değiştim. Değişmeyi seçtiğim gün, değiştirebildiğimi fark ettim. Önce inançlarımı, sonra inancın yansımasını.

İnandım ki, ben bana emanetim. Ben kendimle dostum ve yol arkadaşıyım. İnandım ki, kendimi nasıl görürsem öyle görüşmüş karşımdaki. Kendime değerli ve güvende olduğumu yeniden hatırlattım. İnandım ki deniz zaten yüzdürürmüş göğsündekini. Ben de çırpınmayı bırakıp kendimi denize teslim ettiğimde, yüzebildiğimi fark ettim. Ve inandım ki kendimi sevmem, bana değen her kalbi sevmem demekmiş. Önce kendimi, sonra hayallerimi yeniden sevmeyi öğrendim.

Yola çıktığımda yolların açılması, hayaller kurduğumda gerçekleriyle yarışması, bisiklet sürdüğümde ufkun yakınlaşması; ben, bütünüyle ben değişmeye hazırım. Büyümeye, öğrenmeye, yeni yerler keşfetmeye, yeni öyküler yazmaya, dağlara çıkmaya, bisikletle ve yürüyerek dünya turu yapmaya, Sfenks’in altını kazamaya, okyanusun ötesine ulaşmaya; bütünüyle ve tüm yüreğimde ben değişmeye hazırım.

İyileşmek hiç bu kadar ilham verici olmamıştı.

Merhaba Zeynep Buket Akdeniz, ya da adın her neyse. Seninle sohbet etmek güzeldi.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.


* Murat Yılmazyıldırım'ın 2010'da çıkan "İksir İçtim Değiştim" albümünü dinlemeyi unutmayın :)



28 Kasım 2018 Çarşamba

Sevgili Günlük - 4

Day - 33

Merhaba,

Düşündüğümden daha tuhaf geçiyor bu süreç. Önce berbat haldeydim. Ama nasıl bir berbatlık, anlatamam. Saatlerce yataktan çıkmamalar, intihar düşünceleri (şaka şaka o kadar değil) :D ama peş peşe Doktorlar izlediğimi söylemiştim sanırım daha önce.

İşte öyle bir süreçten sonra, önce bir film izledim; Bana Masal Anlatma. Melisa Sözen ve Mert Fırat'ın oynadığı, kadın - erkek ilişkileri üzerine bir film. Arkadaşım tavsiye etti, "Mutlaka izle, sana iyi gelecek." dedi. Yanılmadı da. Özellikle kendimi yediğim ve bitirdiğim günlerde "Kadın ne yaparsa yapsın, adam izin vermeseydi, açmasaydı kalbini olmazdı. diyebilmek büyük bir özgürlüktü benim için. Kadın ne yaparsa yapsın, adam izin vermedikçe olmazdı. Çünkü adamın kırgınlıkları, kızgınlıkları vardı. Sevilmeyi hak ettiğine bile inanmıyordu. "Ben kötüyüm, ben böyleyim." diyordu ve sonra ekliyordu "Seni üzerim." ya da "Ben senin için doğru tercih değilim." ve hatta "Sen yanlış tercihlerde bir dünya markasısın." ya da bunun gibi şeyler işte...

Sonra kendimi suçlamayı bıraktım, kendime kızmayı bıraktım. Ve bir kitap okumaya başladım: Evrenden Torpilim Var. Ya bu çok ilginç  bir konu zaten. Arkadaşım günlerce söyledi oku oku diye. Ben geçiştirdim, okumadım. Sonra "Amaan ya okuyacağım." deyip asla yapmayacağım bir şeyi yapıp PDF üzerinden okudum. Evet kendisi PDF'ten okuduğum ilk kitap :) Sonra kimdir bu Aykut Oğut, diğer kitapları nelerdir diye internette araştırınca bir kitap gördüm, kapağında ayna olan siyah bir kitap. Bu okuduğum kitabın ikincisiymiş. Vee ne fark ettim!! O aynalı kitap zaten benim kitaplığımdaymış. Ya olaya bakın, başka bir arkadaşım bir kaç sene önce doğum günü hediyesi olarak almıştı. Öylece kitaplığımda duruyordu ve içeriğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Meğer o kitap yıllardır bendeymiş, ben farkında değilmişim. Ne tuhaf...

Bu kitap benim için çok çok önemli çünkü benim enerjimi 20'den 70'e çıkarttı. İntihara meyilliyken bir anda hayatımı düzene koymaya başladım. Çünkü ben yapmam gereken her şeyi yapmıştım ve hatta cesurca davranmıştım. Ama kendimi sevmeyi unutmuştum. Şimdi kendimle yeniden tanışma ve sevme zamanı geldi diye düşünerek kendim için bir şeyler yapmaya başladım.

- Diyet yapmaya başladım. Şu an gayet güzel gidiyor. Sonuçları paylaşacağım. :)
- Yogaya geri döndüm. Sanırım yoga son 1 senedir yaptığım en güzel şeydi :D Müthiş bir meditasyon yaptım, bunun üstüne bir kitap yazılı, o derece yani :D (Yazılıyor zaten, keep in touch)
- Ölmeden önce yapılacaklar listesi hazırladım
- 30 olmadan yapılacaklar listesi hazırladım :D
- Hayallerimin listesini hazırladım ve bir zaman-maliyet çizelgesine yerleştirdim (Project manager on fire)
- Ve bir kaç güzel şey daha var. Onları sonra açıklayacağım. :D

Her şey baya baya güzel giderken, bir kaç gündür modum inanılmaz düştü yine. Ama bundan bahsetmeyeceğim. Şu an için kendim hakkında şunu söyleyebilirim: YENİLENİYORUM

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere :)







26 Kasım 2018 Pazartesi

Gördün mü 25 Oldum

"Özgürüm kanatlandım, durmadım ayaklandım, koşup ilerliyorum."

Ortaokuldayken Nil FM albümünü aldığımda, evde bağıra bağıra bu şarkıyı söylüyordum. 25 yaşındaki Zeynep'i hayal ediyordum. Ve şimdi, o beklediğim yaşa geldim.

Ve en çok da, bu şarkı yeniden dilime dolandığında, sokakta ağlaya ağlaya bu şarkıyı söylediğimde fark ettim; büyüyordum. Ama sorun şu ki, pek de istediğim gibi büyüyemiyordum.

Ve tam da o gün; günlerdir yapmak istediğim, kafamda kurguladığım, kendi içimde hep savaştığım o konuşmayı yaptığımda sanki aynada kendi yüzümü gördüm. O kişiye çok kızgındım, çok kırgındım sözde ama o an aslında en başından beri kendime kızgın ve kırgın olduğumu fark ettim. "Ben senin o gördüğün kişi değilim." diye her söylediğimde, aslında ben kendimi öyle gördüğümü fark ettim. Ve ekledim ona "Ben kendimi sevmeyi bıraktım."

Kendimi sevmeyi bırakalı ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Kitaplarımı yaktığım o gece mi, yoksa sevilmediğim ilişkilerde çırpındıkça mı yavaş yavaş içime kor gibi düştü, hatırlamıyorum. Belki de zaten hepsi birbirleriyle bağlantılıdır.

Bu yüzden bundan sonraki istasyonum "kendimle barışma" istasyonu olacak. Kim olduğumu, ne istediğimi yeniden hatırlamam gerekecek. Düştüğüm o kör karanlıkta Zeynep'i (adı her neyse) yeniden bulmam gerekecek.

Hayal haklıymış, güz bulutları geldiğinde bu bizim son savaşımız olacakmış. Ve ben bu kez, bu güz savaşlarını kazandım.

Artık yaktığım kitapları geri alma vakti, yeniden doyasıya yazma vakti. Yeniden sevme vakti ama önce kendimi. Kapının arkasına bir sırt çantası iliştirme ve bayrağı elime alma vakti.

Kendime sözüm olsun:
30 yaşına kadar yapacağım şeyler:
- Türkiye'den taşın.
- Yürüyerek seyahat et
- Likya Yolu'nda yürü
- Black Forest'ta yürü
- Yeni bir dil öğrenmeye başla
- Kitabını tamamla ve bas

Yeniden başlayalım yazmaya ve yaşamaya. Hazır mısın küçük kız? Yeniden başlayalım sevmeye.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...


Gördün mü 25 Oldum :)

22 Kasım 2018 Perşembe

İtiraf Manifestosu: Affediş!

Kasım 2018'den Mayıs 2011'e

Biliyorum küçük kız. Ruhunun kanayan yarasını biliyorum. Var olduğun andan beri hissettiğin boşluğun çözüldüğünü, dolduğunu hissediyorsun. Ve biliyorum, ağlaya ağlaya, gecenin karanlığında kaybolurcasına kitaplarını yok ediyorsun.

"Ya evrenin bütün sırları avucumuzun içinde ya da biz bir oyunun içindeyiz." diyorsun. Toprağın nefes alıp verişini, yıldızların sessizlikteki sesini, ayın diğer yüzünü keşfediyorsun. Bilinmeyeni bilme peşinde, kendine yepyeni bir dünya örüyorsun.

Kendi fil dişi kulendesin. Orada hem aşıksın hem de maşuk. Orada hem Züleyha'sın hem de Yusuf. Esma'sın, Yeşim'sin, Malhun'sun, Funda'sın, Hayal'sin... Sen, sen olan her şeyle beraber kendinsin. Gökyüzünden gelen meleklere ev sahibisin. Antik sırların taşıyıcısı, özgürlük savaşçısı, görünmeyeni görensin. Sen tüm varlığınla, kendine "Güneş" diyebilensin. 

Tarihçilerin, sufilerin, gizemcilerin peşinden koşansın. Sen Konya'da Şems'in yanında kendi güneş kültünü infak edensin. Geceye bakıp, tüm yüreğini geceye armağan edensin. 

Lise 2. sınıfta, okul dergisinde "2012 dönüşümün, yeni bir çağın başlangıcı." yazacak kadar kaçıksın. Hayır yani, okul dergisi bunun yeri miydi be küçük kız. :)

Bir gün bir kitap okuyacaksın, hayatın değişecek. "Sanki benim için yazılmış." diyeceksin. (Gerçekten senin için yazıldı.) Tüm çantanı boşaltacaksın ama bir tek o kalacak. Sen ona Simyacı diyeceksin. Santiago en iyi dostun olacak çünkü ikiniz de aynı şeyin, kişisel menkıbenizin peşinden gideceksiniz. 

O'nunla anlaşma yapacak kadar yürek yemiş, psikiyatrisine "Yazdığım öyküler yüzünden kişiliğimi kaybediyorum." diyecek kadar öz farkındalığı yüksek (!) birisin. Yoo şaka yapmıyorum, öz farkındalığın çok yüksek. Kendine korkunç zararlar verdiğinin bilincindesin.

Şimdi sana "Yapma, atma kitaplarını." desem beni dinleyemeyeceksin. Dinleme de zaten, boşver. Ama kendini yeniden inşa etmen yıllarını alacak. İstemediğin okulda, istemediği şehirde tıkılı kalacaksın, aylarca antidepresan kullanacaksın, ailen sadece aynı çatı altında yaşadığın insanlara dönüşecek ve en büyük duan onlardan bir an önce kurtulmak olacak, kilo alacaksın, kilo vereceksin, demedi deme bir gün ipin ucunu kaçırıp fazla doz ilaç içeceksin. Ne kendini sevilmeye layık göreceksin, ne de sevgiye hazır olan insanları hayatına çekeceksin. 

Sonra bir gün durup diyeceksin ki "Ne yapıyorum ben böyle?"

Kaçacaksın, seni senden ayıran her şeyden kaçacaksın. Yaktığın kitapları rafına dizmeye başlayacaksın. Sırt çantanı yeniden hazırlayıp, çölden kaçıp ormana yol alacaksın. O'nunla anlaşma yapmayı bırakıp, onu dinlemeye başlayacaksın. O'na her "Senden nefret ediyorum." dediğinde, aslında kendine öfke duyduğunu fark edeceksin. Kendini affetmenin yolunun O'nu affetmekten geçtiğini göreceksin. Çünkü O sana kendi ruhunu üfledi küçük kız, sana şah damarından bile daha yakın. Ve sana bir sır vereyim mi? O; bizzat, bütünüyle, her şeyinle SEN'sin. 

Ne derdi Özkan: "Sana değen her kalp benim kalbim."  Basitçe: 
x= Özkan'ın kalbi, 
y= diğerleri, 
z= sen olsun. 
O'da q olsun.

x = y , y = z , x = q ise x = z = q 

Sence daha mı karmaşık oldu? :)

Sen yani senin kalbin, sana değen her kalp küçük kız. Yani eğer birinin seni sevmediğini, seni sevgisine layık bulmadığını düşünüyosan; sen kendini sevmiyorsun. 

Bak küçük kız, aptala anlatır gibi anlattım. Kıyas mantığını bile kullandım ki bütün mantık derslerinden CC ile geçmiş olsam bile. 😂

Sana kitaplarını yakma demiyorum. Yak, yık; yenilenmeye ihtiyacın var. Ama kendini sevmeyi asla bırakma.

Seni seviyorum. Ve seni o gün, o gece her şeyi yok ettiğin için hatta büyük bir cesaretle bunu yaptığın için seni affediyorum.

Daha uzun ve maceralı yolculuklarımız olacak. Kendimize iyi bakmamız lazım.

Biz bize emanetiz küçük kız; biz birbirimizin hem okyanusu, hem çölü hem de güvenli limanıyız.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

Not: İyi ki doğdun. İyi ki 25 oldun... 💙













1 Kasım 2018 Perşembe

Sevgili Günlük - 3

Day 7

İnanır mısınız, Müslüm Gürses dinliyorum. Nedense ondan Nilüfer'i dinlemek istedim önce, sonra otomatik playlistten Affet çalmaya başladı ve diyor ki "Sen çölüme yağmur oldun."

Çöle yağmur yağarsa okyanusa dönüşür mü kuraklık?

Artık ne sesler duymak istiyorum ne de işaretleri takip etmek istiyorum.

Birlikte aşkı tartıştığım, gönül dostum, arkadaşım da ben gibi pervane misali yanmayı tercih edenlerdendi. Ama teorinin pratikte olmadığını benden sonra fark etti. Bana geçen gün aşkta huzur istediğini söyledi, "Beni anladın mı şimdi?" dedim. Ben kendimi anlamıyorum, beni anlamasını beklemem de saçma aslında. Ama ateşten çıkıp ikimizin de serin sulara dalmak istemesi biraz komik aslında.

Başımdaki ağrı sanki hiç geçmiyor gibi, ilaçlar etki etmiyor gibi. Dikkatimi başka yöne çekemiyorum. İhtiyacım olan tek şey uyumak gibi. Bu yüzden eve gelir gelmez uyuyorum. Sanki uyuyunca zaman daha hızlı geçecek ve her şey çözüme kavuşacak gibi.

7. günden sevgiler. Her şey daha güzel ve anlaşılır değil halan.

Yok Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı

Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine George Carlin izlemeye başladım. Bir videosu dikkatimi çekti: "İntihar Etmek". Açtım. Çünkü intihar etmek, intiharın psikolojisi, yaşamanın ve ölmenin normları, dini yargılar... Gerçekten kafa patlattığım konulardı. 

Kafa patlatırdım çünkü intihar etmeyi zaman zaman düşünürdüm. Neden bilmiyorum ama hep cazip bir seçenek olarak karşımdaydı. Belki mücadele edemeyecek kadar korkak olduğum için, belki birilerini cezalandırmak ve "Senin yüzünden." oldu diyebilmek için. Ve belki de artık hiç bir umudum kalmadığı için.

Kitaplarımı yakıp yıktığım o zamandan beri hep şöyle derdim O'na "Eğer senden uzaklaşırsam, yani unutursam seni al canımı. Benim böyle yaşamama izin verme." Ne zaman yolumu kaybetsem hep bunu hatırlardım. Derdim ki "Hala yaşıyorum, demek umut var." Çünkü bir anlaşma yapmıştım ve O anlaşmaya uyardı. Uyması gerekirdi. Öyle değil mi?

Bir kaç gece yolumu bütünüyle kaybettiğimi ve bir daha asla aydınlığa çıkamayacağımı fark ettiğimde, "Haydi, bu gece bitir." diye dua ederdim. Kendim yapmaya cesaret edemezdim, şu sonsuz cehennem mitleri korkusundan. Yani aslında, ölümün son olmadığının ve tam anlamıyla uykudan uyanma hali olduğunun ve dünyada belleğimize yüklediğimiz acıları ve sevinçleri cennet ve cehennem olarak yaşayacağımıza inandığım için intiharın bütünüyle bir cehennem hali olduğunu düşünürdüm. Kurtuluşun mümkün olmadığı, sonsuz bir ıstırap hali. Bu yüzden "Benim yapmaya götüm yemiyor, sen yap." derdim. Ve olmadığını, bunu dediğim her gecenin sabahına uyandığımı gördükçe umudumu da kaybetmeye başlamıştım. Hani derdim ya "Aa yaşıyorsam umut var demek ki." diye, yolumu bulamadığımı gördükçe en başta yaptığım anlaşmanın aslında hiç var olmadığını fark ettim. O zaman dedim ki kendime "Haydi küçük kız, kendi işini kendin gör." 

Sonra düşünmeye başladım, bu iş nasıl olacak diye. George Carlin de bunu anlatıyor, intihar etmenin planı üzerine güzel bir ironi yapmış. İşte tam olarak böyle düşünmeye başlamıştım. Cevaplamam gereken bir sürü soru vardı:
Bunu nasıl yapacaktım? Jilet çok acı verirdi ve kan görmeye dayanamam. Ayrıca beni bulacak kişiye de ağır bir travma yaşatmak istemiyorum. Kendimi yüksekten atamam, sağ kalıp sakat kalma ihtimalini göze alamam. Ayrıca canım çok yanar. Suda boğulma olabilir ama son hissettiğim duygunun korku olmasını istemiyorum. Kendimi assam, ölmeden önce boynumun kırılmasını hissetmek istemiyorum. En iyisi hap. Tertemiz, mis gibi. Zaten tonla antidepresanım var. Avuçlar, kurtulurum. 
Bunu nerede ve ne zaman yapacaktım? Bu soru da çok kritik çünkü beni bulan kişinin beni ölü ya da kurtarılamayacak kadar kötü halde bulması lazım. Yoksa bir işe yaramaz. Evde olsa, bizimkiler ömürlerinin sonuna kadar bu travmayı aşamaz. Dışarıda, herhangi bir yerde olsa, evdekiler bana ulaşamayınca deliye döner. (Ahaha güzel fikirmiş aslında 😆) Bir de ölü bedenimi teşhir etme konusunda emin değilim. Bu kısım muamma.
İntihar notu yazmalı mıyım? Yazsaam anlaşılır mı, anlaşılacak olsa intihar etmeme değer mi? İşte bu da çok kritik. Birilerini suçlamak demek o insanı çekip vurmak demek. Hayatı boyunca cehenneme atmak demek. Ayrıca arkadan bir çok insanın sana "korkak ve ezik" demesi demek. Gerçi ölmüş olacağım için bunun çok önemi olmayacak :D  Suçlamasam, yine kendimi ifade edememiş olacağım o zaman da bir anlamı olmayacak. Sonra "Amaaan notu boşver." noktasına geliyor insan ister istemez.
Geride kalan eşyalarım ne olacak? Eşyalarda kastım giysiler, kitaplar falan değil elbette. Whatsapp sohbetlerimi, mail kutumu ve hatta bu blogda yayınlanmayan yazıları kastediyorum. Hepsinden tek tek kurtulmak için plan yapmaya başlamıştım. Ama son anda vazgeçersem onca anıya da yazık olacaktı. Ayrıca sadece bunlarla sınırlı değildi. Bir sürü not, defter ve altı çizili Paulo Coelho kitaplarım var. Kendi ruhumu, nasıl bir başkasına bırakayım? Bir akşam oturup her şeyi önüme döktüm. Zararlı ve zararsız materyalleri ayırdım. Zararlı olanları bir ara yok edecektim. Sonra telefon mesajları, mailler, whatsapp sohbetleri, blog... Ama o kadar uğraşıklı geldi ki, hayatta kalıp sorunlarımı çözmeye çalışmak daha kolay geldi açık konuşmak gerekirse.
İnsanlar ne düşünecek? Bu çok önemli mi, bilmiyorum. Ama yine de insanların neler söyleyeceğini tahmin edebiliyordum. Biraz rahatsız edici.

Evet, tüm bunlar aşırı komplike geldiği için vazgeçtim. 😅

Ama bir akşam başka bir şey oldu. Rahatsız edici ve benimle uzaktan yakından alakası olmayan bir durumun içine zorunlu olarak bir kere daha düştüğümü görünce, inanın bir saniye bile düşünmeden 20-30 tane hapı avuçlayıp içtim. Kafamda hiç bir şey yoktu. Hiç bir eşyamı yok etmedim, not yazmayı denedim ama saçma bulup bıraktım. Sadece çok değer verdiğim birine kendimi iyi hissetmediğimi söyledim. Eğer bilincimi kaybedersem ve gerçekten başarılı olursam birilerinin ne yaptığımı bilmesini istedim. Ona söyleyemedim elbette avuç avuç içtiğimi, çok sonra söyledim.

Ölmedim. Komaya falan girmedim. Bilincimi bile kaybetmedim. Hatta kusmadım. Hiç bir şey ama hiç bir şey olmadı. Uyudum. Ertesi gün 2 tane sınavım vardı. Sabah 8'de kalkıp doktora gittim. Zaten iyi olmadığım her halimden belli olduğu için rapor aldım. Okula gidip raporu teslim ettim. Eve gelip uyumaya devam ettim. Sadece ve sadece uyudum. Günlerce o halsizlik ve uyku hali üzerimden gitmedi. Ama gerçekten, bir insan başarısız olur da bu kadar olmaz. :d

Ama o günden sonra intihar fikri hayatımda bir seçenek olmaktan çıktı. Yani sanırım beceriksizliğimden sonra tekrar deneyebileceğimi düşünmüyorum. Şu an yaşamak daha kolay geliyor.







28 Ekim 2018 Pazar

Sevgili Günlük - 2

Day 3

Şaşırtıcı şekilde daha iyiyim. Ölümcül baş ağrıları ve alkol komasına girme isteği dışında.

20 saatin sonunda yataktan çıktım dün, yemek yedim. Arkadaşımla bulutum. Akşam kuzenlerimle görüştüm. Teyzemle bazı problemlerimle ilgili görüştüm. Bana bir öneride bulundu: Ho'oponopono. Çekim yasası işte. :)

İyi de ben abicim bu kız kitaplarını falan yaktı yıktı. Hala nasıl okusun böyle şeyler dimi. Ama deneyelim bakalım. Antidepresan kullanmaktan daha iyidir diye düşünüyorum. Bence bu sefer antidepresansız halledeceğim.

Bugün bir şarkıya denk geldim. Sıla'dan Can Dostum

Ah can dostum
Biliyor musub
Hiç bir şey bilmiyormuşum meğer
Mürekkeple ben bir olursam
Giderilir sandım keder

İlk değil
Bu son değil
Yanmıştım olmasaydın eğer

* Sanırım şarkı Hayal için yazılmış :) Özlemiyor değilim.


26 Ekim 2018 Cuma

Sevgili Günlük - 1

Day 1

Merhaba,

Bu bir depresyon günlüğüdür. Ve umarım bu serinin tek yazısı olarak kalır çünkü bir depresyon kaldıracak gücüm bile yok şu an.

İşin kötü kısmı, blog anonim değil. Ve açık açık yazmam mümkün değil.

Son 8 saattir yatağın içinde Doktorlar dizisini izliyorum. Çünkü aylarca antidepresan kullandım, bir sürü kişisel gelişim şeyleri yaptım, yoga ve doğa sporları da yaptım; bakın burası çok acayip, hiç bir şey bu dizi kadar iyi hissettirmedi. 😃

Sanırım insanların ölümleri, ölümcül hastalıklarla boğuşmaları ve şerefsiz Dr. Levent beyin davranışları, kendi yaşadıklarımı ve acılarımı biraz daha görmezden gelmeme sebep oluyor. Ve bir şekilde bunlarla baş etmeye çalışmaları bana "Yapabilirsin."i fısıldıyor. Shameless izlerken de aynısını hissediyordum. Tabii şu an onu pazartesi akşamları birer bölüm izlemek durumunda olduğum için yeteri kadar iyi bir terapist değil. Bu yüzden bir süre daha Doktorlar rocks :D

Bütün gün boyunca neredeyse hiç bir şey yiyemediğim için krizi fırsata çevirip belki depresyon sürecimde kilo da veririm diye umut ediyorum.

1. günün sonunda kendimi tam bir yıkık gibi hissediyorum. Bir kaç ölümcül hata yapıp telefonu yanlış amaçlarla kullanıp bazılarını rahatsız etmiş olabilirim. Saatlerdir hiç bir şey yemediğim ve sadece az önce patates cipsi yiyebildiğim için bir de mide ağrısıyla baş etmem gerekecek sanırım. Baş ağrısı başlarsa yandık. O tam bir kabus, migrenciler bilir.

Ama yarın çalışmam lazım. Tamamlamam gereken bir rapor ve okumam gereken makaleler var.

Eğer kendime dışarıdan bakıyor olsaydım, "Geçecek Zeynep." derdim. "Çünkü hiç bir şey aynı kalmıyor. Ve bırak, bu sıkıntıların seni değiştirsin ve özgürleştirsin. Hiç bir değişim sancısız olmaz. Biliyorum zor ama geçecek." Ama kendime direkt şunu söylüyorum "Her şey bitti, kaybettin."

Neyse, ilk günün sonundan sevgiler. Umarım yüreğimdeki sızı çabuk geçer. :)











12 Ekim 2018 Cuma

Olmaktan Korktuğum Yerdeyim - 2

Sonra mı?

Sonrası malum...

İnatçılığım sonra tuttu. İyi tuttu ama neyse...

Ağlaya ağlaya girdiğim okuldan, çıkmak için vermediğim mücadele kalmadı.

Burada yine sinir harpleri geçirerek son 4 senemi anlatmak isterdim ama aslında o kadar da istemiyorum. Ama 3 sene önce, yine bir ekim ayında, annemin ameliyatı için kan ararken ve telefon trafiği içerisindeyken, öğrenci işlerinin beni arayıp "tatlm, sen sistemin açığını kullanmşsn snn dersleri değiştrmk lazım yaaaa" dediği ve beni bir anda 1/1'e düşürmelerini, benim ağlayarak "OKULU BIRAKCAM" diye haykırmamı ve yarım saat sonra  "Yoo niye bırakcakmışım." dememi ve sene sonunda not ortalamamı arşa çıkartmamı asla unutmuyorum.

İşte tam da buna benzer bir saçmalık yaşadım yine. Detaylarını anlatmaya takadim yok ama mezun olunca "Nasıl delirmedim" isimli eserimde okul anılarımı anlatırken, bana yapılan haksızlığı bütünüyle anlatacağım. Kitabıma "Sen Gittin Ya Ben Çok Değiştim" de diyebilirim gerçi, telif falan sorun olmaz sanırım.

Olmaktan korktuğum yerdeyim. Gidemediğim, gidemediğim için hayatımın en büyük başarısızlığını yaşadığım, hayatımın en büyük hatasını yaptığım yerdeyim.

Bu yüzden çok yorgunum, çok yoruldum. Koşmaktan, daha iyi olmak için uğraşmaktan, kendimi hala birilerine ve sanırım daha çok aileme ispat etmek için uğraşmaktan yoruldum. Mutsuzluktan, hatta belki yalnızlıktan, kendimi beğenememezlikten çok yoruldum. Kendimle alakalı tatminsizlik yaşamaktan,  kendime devamlı "Koş, durma." diye fısıldamaktan, hayal kırıklığı yaşamaktan, dalgalarla boğuşmaktan çok yorgunum.

Ama işte arada güzel şeyler de olmuyor değil. Mucizeler gibi...

Neyse, çok konuştum. Çok boş konuştum. Bazen iyi geliyor işte boş boş konuşmak.

Olur ya belki görüşemeyiz; iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler.


Zeynep












Olmaktan Korktuğum Yerdeyim - 1

Zor bir haftayı bitiriyorum. Zor çünkü yüzleşmeye korktuğum bir çok şeyle aynı anda yüzleştim yine son bir kaç günde. Ama bir şeylerle baş etmeyi öğrendikçe, geriye kalan her şey daha da önemsizleşiyor. Çok tuhaf, sanki günden güne gücüm artıyor ama bir o kadar da tükeniyorum.

Lise sona geçerken, başlangıçta her şey benim için çok zordu. Çünkü "Zeynep" olarak ağır bir travma atlatıyordum. Ağır bir kayıp altındaydım; kendi kimliğimi, kendi var oluşumu kaybetmiştim. İnsan bir anda, bir gecede sıfırlanınca kendini yeniden inşa etmesi de hiç kolay olmuyormuş. Hele ki yeteri kadar güçlü ve bağımsız değilse.

Peki ben yeteri kadar güçlü ve bağımsız mıydım? Tahminleri alalım. 

HAYIR! 

Kollarım ayaklarıma zincirliydi, ayaklarım bileklerimden evimizin sokak kapısına bağlıydı. Her gece kendimi kırbaçlayarak ruhani aydınlanma diliyordum. Tenim ve yüreğin kan ve revan içinde uykuya dalıyordum. 

Evet, hissettiğim tam olarak buydu. Ve hep şunu derdim: "Her gece öleceğimi sanıyorum. Ama ölmüyordum. İşte benim trajedim buydu."

Kendime söz verdim, gidecektim. Gidemezsem, ölecektim. Zaten yaşadığım da söylenemezdi ama kalamazdım. Yeni bir şehre, yeni insanlara, sokaklarında kaybolacağım yeni bir şehre ihtiyacım vardı.

Eskinden odamın kocaman camları vardı. Perdeyi açtığımda evimizin önündeki ağaçtan yansıyan ışıklar dolardı içeriye ve tam karşımda boydan boya Uludağ'ı seyrederdim. Geceleri de yıldızları izlemeye evimizin terasına çıkardım ve o zamanlar da Perseid meteor yağmurlarını hiç kaçırmazdım. Yanlış anlaşılmasın, Gençosman'ın çocuklarındanım. Ama evim, fil dişi kulemdi benim. Ve evet, o son senemde; her anından, orada yaşadığım her dakikadan nefret ettim. 

Ben oraya ait değildim. Peki ben nereye aittim? Ben kimdim? Kim değildim?

Ben Gençosman'ın çocuklarından biri değildim. Ben o eve ait değildim. Yanlış yerde, yanlış zamanda yaşıyordum. Bir tekkeye, bir mağaraya ve belki de bir ağaç kovuğunda olmalıydım. 

Gitmeliydim. Emin olduğum tek şey buydu. Bunu gerçekleştirebileceğim en yakın ihtimalde üniversiteydi.

Müthiş hayaller; arkeoloji, felsefe ya da işte ne bileyim sosyoloji okuyacaktım en kötü. Ama tercihim arkeoloji veya felsefeydi tabii ki. Sonrası akademik kariyer, bol bol yurt dışı seyahatleri, şehir dışı gezileri. Ooo bunları düşününce bile gözlerim doluyor hala.

Bana "Gitme." dediler. Gitmemem için farklı farklı sebepler, ufak yollu kışkırtmalar, büyüklük taslamalar. Hayatımda sadece 1 ya da 2 kere gördüğüm insanlar bile hayatımın bu büyük kararı için kendilerinde söz hakkı hissettiler.

Direnemedim, gidemedim, korktum, başaramadım. Ve kaldım.

Gerisi malum...








7 Ekim 2018 Pazar

Ufak Tefek Yolculuklar



"Beni korkutan tek bir şey var." diyordu Dostoyevski, "Acılarıma değememek."

Sandım ki bir infakla her şey düzelecek. Sandım ki ben yola düşmeye karar verdiğimde, bana tüm yollar açılacak. Ama kayboldum. Bile bile, "Gitme." diyen herkesin gözü önünde kayboldum. Kendi arzularımdan, tutkularımdan vuruldum. Kendi kendimi terk ettim. Sandım ki, "Güneş" olunca, gece bitecek, soğuk geçecek. Ama bilemedim; pervane gibi yanacakken, soğuk okyanuslarda yolumu kaybettim.

Yazarsam geçer sandım. Ama öykülerim kül olduğundan beri, yüreğimdeki tüm sesler de sustu. Okursam geçer sandım. Ama kitaplarımın her bir sayfasını parçaladığımdan beri bana küstü satırlar.
Gidersem geçer sandım. Çantamı hep kapının arkasında sakladım. Ama gidemedim. Kapıdan dışarı atamadım kendimi. Yollar uzadı, ben yola varamadan yollar ip oldu da uzadı. Karanlığa gömüldü sonra. Göremedim.

Ama sonra fark ettim de, hep yolculuk hikayeleri dinlerken odanın bir köşesinde, bütün gidenlerden daha çok gitmişim ben. Hatta herkes kalmış, bir ben gitmişim. Soğuk okyanuslardan içmişim, sıcak çöllerden geçmişim, güneşin yağmurunda ıslanmışım. Ben gitmişim. Ama gittiğimi gören olmamış. Bu yüzden yolda kaybolmuşum. Sonra yeniden bulmuşum ve sonra yeniden kaybolmuşum.

Acılarıma değememekten korkuyorum. Kaybolduğumda, yolun karşıma çıkartacağı güzellikleri görememekten korkuyorum. Kum tanesinden arşa kadar, tüm ruhumla temas ettiğim gerçekliği bulamamaktan korkuyorum.

15 Eylül 2018 Cumartesi

İtiraf Manifestosu: Hikayenin Sonu


“Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır.”

Bu cümleleri ilk kez okuduğumda henüz 16 yaşındaydım. Bir okuyuşta bitivermiştim kutsal kitabım Simyacı’ı. O gece de ona sarılıp uyumuştum. Ve kendimi yalnız hissettiğim bazı geceler hala da yaparım onu. Önce sayfalarını koklar, yıllar önce altını çizdiğim satırları yeniden okur ve yastığım bir köşesine iliştiririm. Ben bana Santiago’dan ne iyi bir dost, ne de ayna bulabildim çünkü. Ah delikanlı, bilsen yüreklerimizdeki sızıların bile aynı olduğunu…

Kitabı ilk kez bitirdiğim akşam, kitabın kapağını kapatıp, ağlaya ağlaya “Gitmeliyim.” demiştim. “Düşlerimin peşinden, kişisel mankıbemin peşinden gitmeliyim.”

Peki neydi beni kişisel mankıbem? Aslında bu soruyu bile sormamıştım kendime. Çünkü öyle iyi biliyordum ki nereye gitmem gerektiğini. Ve de öyle iyi biliyordum ki benim yolumun yürünerek geçilmeyeceğini.

İçimde yıllarca var olan ama adını bir türlü koyamadığım sırrımı keşfettim önce; “gizemli olanın peşinden gitmek” ya da bunun gibi bir şey. Sonra çölümü keşfettim. Ve o an anladım ki, çöl en büyük sırlara gebeymiş. Çöl, var oluşun ve yok oluşun anahtarını tüm ihtişamıyla yüreğinde barındırırmış. Bu yüzden okyanusların ötesi çölmüş. Okyanusların ötesi benim kendime aradığım yuvammış.

4 Eylül 2018 Salı

Küçük Yeşil Rüyalar

Eskinden her gece ataklar geçirirdim. Nefesimin daraldığını, kalbimin delicesine çarptığını hissederdim. Soluğum tamamen kesilene kadar ağlardım. Sonra yavaşça "Ölüyorum." diye fısıldardım. "Sonunda." derdim ve öylece yere uzanırdım.

Ölmezdim.

İşte benim trajedim de böyle başladım. Her gece "Ölüyorum." diye sayıklayarak ama ölmeyerek cehennemi yaşadım.

Cehennemi yaşadım çünkü bir seçim yapmıştım. Seçimimin sonunda dünyalar önüme serilir sanmıştım. Ama yanıldım. Hayatımın aşkını bulurum, dünyayı gezerim, karavanla sahilleri dolaşırım, dünyanın en iyi işine sahip olurum, boy boy çocuklarım olur; oğlumun adı Emre, kızımın adı Hayal olur falan filan...

Bir korkutucu seçimden sonra, uçurumdan bir kere atladıktan sonra tüm pembe hayallerim bir anda gerçeğe ulaşır sandım. Yunus'ın 40 yıl odun taşıdığını, Rumi'nin gecelerde Şems'in yolunu gözlediğini aklımdan çabuk çıkarttım.

Ama dediler bana, dediler "Yapma." diye, "Çok zor. Kaybedersin yolunu." dediler. Dinlemedim ki... Aşk odu'unu bilmeden, nasıl hissederim ateşin yakıcılığını? Pervane gibi döne döne kül olmayı seçmek kolaymış, yanmak zormuş, yanıp da diri kalmak zormuş meğer.

Bu yüzden hep sorulsun istedim bana "Neden yaptın?" diye. Sorun istedim "Kitaplarını neden yaktın?" diye. Ben de "Aşk için." diyebilmeyi öyle istedim ki size.

Ne siz sordunuz, ne ben söyledim. Sonra yazdım iste, tüm akli yetilerimi kaybedercesine yıllarca, safa sayfa, ilmek ilmek yazdım. Çünkü yazmasaydım ölürdüm. Ama yazarak öldüm. "Olsun." dedim, "Bir kere de böyle öleyim."

Yıllar geçse de unutmam, dinmez sancım. Yıllar geçse de silinmez hafızamdan tüm öykülerimi yaktığım anım. Ama yine de; evimi ve çölümü, yüreğime değen şarkımı benden alacaklarını bile bile yine atlardım uçurumdan. Kendimi biliyorum. Durmazdım.

Belki bir gün, yolum düşer uzaklara. Kim bilir belki de uçarım yeniden okyanuslara.

Okyanusların ötesi daima kuraktır yüreğimde. Yüreğime hoş geldiniz.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...













13 Haziran 2018 Çarşamba

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Şeyler Var




Henüz çok erken. Asla "Öğrendim." diyemem hayattan ama çaba sarf ediyorum. Yavaş da olsa, yorucu da olsa, etimi kemiğimden ayırsa da öğreniyorum.

"Kederi de yaşamalısın, bütün benliğinle" diyordu Ataol Behramoğlu, ve ekliyordu "Çünkü acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı" İşte bu manifesto bu değişimin hikayesi.

İnsanların bana söylediği bir şey vardı: "Henüz yolun başındasın." Ortalama 70 senelik insan ömrünün çeyreğinden fazlasını tamamladım. Ama bana verilenden daha fazla hayat yaşadım. Doyasıya öyküler yazdım. Doyasıya acılar çektim yazarken. "Yazmak yaşamaktır." derken, ben de diğer bütün hikaye kahramanlarım gibi, ince ince akıttım kanımı. Bu yüzden hiç bir acı bana uzak değil. Hepsi yüreğimde taze bir yara. Hiç birinin iyileşmesine ya da kabuk tutmasına izin bile vermeden yenisi yazdım. Kendimi öldürdüm ve kendimi doğurdum defalarca.

Siz hiç bir kara deliğin içinden geçtiniz mi? Kum saatinde yolculuk yaptınız mı? Ya da yasak bir elmanın peşinden bir ömür koşmaya yemin ettiniz mi? Hiç kayboldunuz mu derin okyanuslarda da, yoldaşınız gün batımında kendine gökyüzünde yer edinen bir dolunay oldu mu? Hiç kendi içinize bakarken bir anda tüm kainat serildi mi önünüze ve bir kum tanesi gibi savruldunuz mu yer yüzünde?

Yazmak yaşamaktır, yazmak yaratmaktır, yazmak çoğaltmaktır.

Yaşadıklarımdan bir şeyler öğrendiysem eğer, en çok da sözün büyülü bir gücü olduğunu öğrenmişimdir. Umut edip, çekmeceye kaldırdığım her rüyayı bütünüyle yaşarken, "Yapamazsam ölürüm." dediğim ne varsa, çözülüverdi avuçlarımda. Ama en acısı da, ölmedim. Ellerimden kayıp giden her şeyi izledim. Her zaman kapımın arkasında olan sırt çantamı kaybettim, valizimi uçurumdan attım, kitaplarımı yaktım, not defterimi yok ettim. Bunları bilerek ve isteyerek mi yaptım, seçim şansım var mıydı ya da karşılığında ne bekledim; artık hatırlamıyorum. Ama genç çobanın "Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır." sözlerini hep işittim. Fısıltıyla yaklaştı bana her seferinde, ince ve cılız bir sesle sağ kulağıma doğru eğilerek söyledi: "Her şey bir ve tek şeydir."

"O halde..." dedim ben de; "O halde neden karşılık bulmadı infakım?" ve bana her seferinde aynı şeyi söyledi: "Bekle!" dedi, bekledim...

Yolumu çizdim, yolumu sildim. Hayaller kurdum, hayal kırıklığı yaşadım. Hatta o kadar derinden yaşadım ki, bir daha hayal kuramayacağım sandım. Ve hatta yeniden öyle derinden yaşadım ki, bir daha asla başaramayacağım sandım.

"Ölsem ya..." dedim, "Ne olur acaba? Biter mi bu, kurtulur muyum Zeynep'ten?" Ama yaşadım, "Demek hala umut var." dedim ve sonra aramaktan vaz geçtim. "Madem bir süre daha Zeynep'leyim, o zaman onu biraz mutlu edeyim." dedim.

** Trekking yapmaya başladım. Hayatımın en güzel deneyimlerinden biriydi. Yürümenin felsefesini de yapmaya çalıştım ama hayır, gerek yoktu. Ama ne kadar yükseğe çıkarsam, manzaramın da o kadar güzelleştiğini gördüm. Pazar sabahları herkes tatlı uykusunda uyurken, evdeki herkesi sıcak yataklarında bırakıp yola koyuldum. Yürürken çok ama çok yoruldum. Üşüdüm, terledim, ıslandım, çamura battım. Hatta zaman zaman pes etmeyi ve beni helikopterle almalarını istemeyi düşündüm. (Fazlasıyla dehşet verici :D)  Kollarımda ve bacaklarımda morluklar olmaya başladı, dikenliklere girdim, ısırgan otlarına daldım. Saatler boyunca doğaya uyum sağlamaya çalıştım ama fark ettim ki, doğa zaten kucağını açıyormuş insana. Bize yol boyunca doğaya saygı duymamızı söylediler ve o an toprağın soluk alıp verişini dinledim.

Ormanda sağanak yağmur altında, çamurda kaymadan yürümeye çalışırken bir an durdum. Başımı kaldırdım. Upuzun yeşillikler içindeki, kahverengi gövdeli ağaçları ve ormanı saran çamuru gördüm. Ve yeşil ile kahverengi arasında bir örtü gibi ormana serilmiş sis, gördüğüm en dehşet verici güzellikteki şeydi.

Gece yarısı dağdaki patikada, dolunay rehberliğinde yürürken ve önümüzdeki ucu bucağı olmayan yollar ay ışığı ile aydınlanırken, bir anda içimize dolan taze kekik kokusu bizi baştan aşağıya büyülemişti.

Zor yollar her zaman en güzel manzaralara çıkıyordu.

** Yogaya başladım. Yıllardır zaten meditasyon yapmayı öğrenmeye çalışıyordum ama bir çok insanın aynı yerde, kolektif bir bilinç ile yüreklerine dokunması; muazzam açılımlar yapıyordu. Meditasyon anılarımdan bahsetmek istemiyorum, hepsi bana özel şeyler ancak yoganın kendisi zaten başlı başına bir mücadele oldu hayatımda.

Asla yapabileceğime inanmadığım hareketleri yaptım, şekillere girdim. Bir Güneş gibi, güneşi selamladım. Ağaç oldum, dağ oldum; Zeynep'i kapı arkasında bırakıp yol oldum, yolcu oldum.

Durup arada kendime dışarıdan baktım. Kendime hayret ettim. Kendimle gurur duydum. Kendimi bir çikolatalı pasta ile ödüllendirdim. :) Bu kadar hareket halindeyken nasıl hala kilo almayı başardığım için şaşkındım. Ama kendimi böyle kabul etmeyi ve sevmeyi öğrendim.

** İlk defa kendimi bir cinsel yönelim ile tanımlamamaya başladım. Ben sadece Zeynep'tim. Ve kimden hoşlanacağımı da toplumsal sınırlarla çizemezdim.

Toplumun inşa ettiği Zeynep'i yıktım. Oh be, dünya varmış. Nasıl rahatladım, sormayın. Zeynep'i yeniden ben inşa etmeye başladım. Ve laf aramızda, yeni Zeynep'i daha fazla sevdim.

** 23 yaşında bisiklet kullanmayı öğrendim. Bakın bu da asla başaramayacağımı düşündüğüm bir şeydi. Ama yaptım. Tekerleklerin beni bir yerlere götürmesine izin verdim. Kulağımda şarkılarla, rüzgarın ılık havasını içime çekerek sürmeye devam ettim.

Bisiklet sürmeye başlayınca, zihnimde hep devasa büyüklükleriyle yer edinmiş mekanların küçüçük olduklarını keşfettim. Bir çok yeri sadece kafamda büyüttüğümü, yola çıkınca yolların açıldığını ve sınırların sadece bizim çizdiğimiz çizgiler olduğunu gördüm.

Ve ortalama 70 senelik insan ömründe, daha yolun başında olduğumu, kulaklarımı tıkadığımda nasıl da yol kat ettiğimi öğrendim. Kendimden nefret ede ede, kendimi sevmeyi öğrendim. Kendimle gurur duymayı öğrendim.

Evet, henüz çok erken. Asla "Öğrendim." diyemem hayattan ama çaba sarf ediyorum. "Tamam artık oldu, öğrendim, aydınlandım." diye her söylediğimde, hayat bana küçük oyunlarını oynadı. Yanıldığımı gösterdi.

Ben de her düştüğümde yeniden kalktım. Sonra daha sert düştüm. Yeniden kalktım. Sonra çok daha sert düştüm ama daha hızlı kalktım. Çünkü yaşamak da tam anlamıyla buymuş. Ve ben bunları yaşayan bir istisna değilmişim. Hepimiz böyleymişiz.

Haydi itiraf edin kendinize, hepimizin yerlerde süründüğü muhteşem zamanlar var. Hepimiz duvara çok sert şekilde defalarca çarpıyoruz. Hata yapıyoruz, hayal kırıklığı yaşıyoruz. Ama büyüyoruz, öğreniyoruz ve yaşıyoruz.

Öyle değil mi?

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

Not: Vegan olma konusunda da ilhama ve desteğe ihtiyacım var. :)




















11 Haziran 2018 Pazartesi

Senin Kim Olduğuna Ben Karar Veririm



Senin kim olduğuna ben karar veririm!

Çünkü sen bilemezsin. Çünkü senin artık sana ait bir varlığın, kimliğin yok. Sen, ben var olduğum sürece varsın. Ve sadece benim izin verdiğim sınırlar içerisinde var olabilirsin. Asla sınırlarımdan dışarıya çıkamazsın. Buna izin vermem. Çünkü sen yoksun.

Kendi giysilerini giyemezsin mesela. Çünkü genel olarak aptal olduğun için doğrusuna karar veremezsin. Benim seçtiklerimi beğenmek zorundasın. Zaten ben her zaman senin için en mükemmel olanı seçerim. Bu arada söylemiş miydim; gördüğün en cefakar, en cömert, en dürüst insan benim. Ama sen, buna rağmen bana saygı göstermeyecek kadar aptalsın. Nereden bileceksin ki zaten? Sen yoksun ki!

Kendine ait fikirlerin de yok senin. Oy vereceğin adaya bile ben karar veririm. Sen okusan da anlamazsın ne dediklerini. Boşver, ben en doğru olanı biliyorum. Kendine ait hayallerin de yoktur. Hele ki kendi kişisel rüyalarında bile ben yoksam, o zaman seyret fırtınayı. Senin var oluş amacın, sadece bana hürmet etmek.

Asla hasta olamazsın. Zaten en büyük sorunları, sıkıntıları ben üstlendiğim için senin fiziksel ya da psikolojik bir sorun yaşaman tamamen uydurma olurdu ve şımarıklık. Kanlar içinde kalsan bile abarttığından emin olurum. Ben de canım yandığı zaman söylemem. Kendime ve herkese dünyayı dar ederim, o ayrı. Ama söylemem. O yüzden sen de söylemeyezsin. Ama senin dünyayı, bırak bana, kendine bile dar etme hakkında yok.

Hataların var. Benim yok. Ben hata yapmam. Yaptıysam bile bunun sorumlusu yine sensin. Beni yanlış yönlendirmişsindir. Ama ben senin gibi bir aptalı dinlemeyecek kadar akıllıyım halbuki, nasıl oldu bu, şimdi ben de bilemedim. Neyse, sonuç olarak aptalsın.

Ben bağırırım, ben hakaret ederim, ben küfrederim; tüm varlığınla, seni var eden her şeyinle seni koca bir cehenneme iterim. Vururum; ellerimle, ayaklarımla, sözlerimle, ya da o an elime geçen her hangi bir şeyle. Yemek sofrasındaki bir tabakla mesela ya da bir terlikle, Çünkü terbiye etmek bunu gerektirir. Ben terbiye ediciyim. Sen aptalsın.

Seni devamlı bana huzur vermemekle suçlarım. Çünkü senin gizli gizli kendi kuytu dünyanda yaşadığını bilirim. Ben kendi kara bulutlarımda nefes almaya çalışırken, çevremdeki herkesi de bu bataklığa çekerim. Çünkü ben haklıyım, ben mutsuzken kimse mutlu olmaya tenezzül bile etmemeli.

Senin kim olduğuna yalnızca ben karar veririm.

Çünkü sen yoksun...








20 Mayıs 2018 Pazar

İtiraf Manifestosu: Yol



Merhaba,

Adım Güneş. Adım gibi parlak olsun isterdim hayatımı.

Adım Yeşim, Leyla, Esma, Hayal, Leyla ve Züleyha.

Adım Gülçin, Malhun ve Funda.

Bir çok hikayenin içinden geçip gittim ben. Bir çok kere boğuldum derin sularda. Mesela bir keresinde öldüm. Kendi ölümümü izledim hatta evimin penceresinde. Bir keresinde yıldızlar yağdı üstüme de sesim bile çıkmadı. Boğucu karanlıkta kayboldum. Bir kere feda ettim kendimi tüm sevdiklerim uğruna. Yaşanacak bütün günahlar beynim boynuma, dedim. Savaştım, kanlar içinde defalarca yerlerde yattım.

Ve bir keresinde aşık oldum yasak bir elmaya. Tutuldum. "Aşık olmak benim seçimim değildi. Bu benim kaderimdi." dedim. Sırf ona bir kez dokunabilmek için yüzyıllarca sürecek bir lekeyi sırtladım üstümde. Ama biliyordum, Yusuf'u sevmek kolay değildi.

Ve bir kere daha aşık oldum bir yasak elmaya. Bir koruyucu olmuşum ben, öyle dediler. Koruduğum sır uğruna beni yok etmeye hazır o meleğe aşık oldum. Melek, melekliğinden vazgeçti, ben ismimden vazgeçtim. Sonra bir baktım Yusuf da ayrı değil benden Özkan da. Birleşmişiz derin bir okyanusta. Ben bir damlaydım önce, sonra karıştım okyanusa. Şimdi "Ben okyanus değilim." diyebilir miyim hiç?

Yollar uzun, yollar çetin. En çok güneş saklanınca acıtıyor insanın canını soğuk. En çok o zaman görebiliyor insan kendini, kim olduğunu.

İşte öyle bir gecede, bundan 15 sene önce Gülçin oldum ben. 7 sene önce Züleyha, 9 sene önce Güneş. Her şey, herkes oldum ama Zeynep olamadım. Belki bu yüzden kafası hep karışık Zeynep'in. Bir tarafı bahar bahçe, bir tarafı hep güz. Bir tarafı sıkı sıkı bağlı toprağa ve zincirlenmiş gibi yer yüzüne ve bir tarafı ince, cılız bir yaprak gibi rüzgarlarla uçuşuyor.

Ve belki bu yüzden hep keskin sınırlarla, keskin köşelerle inşa etmeye çalıştım Zeynep'i. Onu o kadar az tanıdım ki, nerede olduğunu hiç göremedim. "En büyük hayalin ne?" dedim, tutkularını sordum ona; "Gitmek." dedi. Onun çantası hep hazırdı kapı arkasında. "Gidersin." dedim. "Bak dünyaya, her yer keşfedilmeyi bekliyor senin tarafından. Bak bir kainata. Her şey bir sırdan ibaret ve bul o sırrı." dedim. "Gitmezsem yaşayamam." dedi.

Gidemedi. Ama yaşadı da. En büyük trajedisi de bu oldu; yaşamaya devam etmek. Belki de bu yüzden hep o keskin köşelerinden törpülendi.

Ona "Koy başını toprağa,  Aşk uğruna. "İnfak et her şeyini." dedim. Başını eğdi küçük kız ve "Veririm." dedi, Kays gibi, Şems gibi. "Kitaplarını yak." dedim ona. "Yak ki AŞKla buluşsasın. Yok et ki, seni zincirleyen hiç bir şeyin kalmasın. Pervane ol da ateşe uçasın." Uçtu, yandı, kül oldu.

Züleyha oldu Zeynep, Güneş oldu, pervane oldu. Ama Zeynep olamadı.

Aynaya bakamaz oldu, kimseyi göremez oldu. Nereye baksa bir Güneş kültü dizildi önüne, kaçamadı yaktığı kitaplardan.

Karşılığını gördü elbet, 2 sene geçmemişti üstünden. Ama fark edemedi, kabul edemedi, yüzleşemedi.

Her şey ve herkes olan Zeynep, sonunda kendine kendisi olabilme özgürlüğünü verdi. Dedi ki "Ben bana emanetim." ve ekledi "Kanatlarımın yanmasından korkarsam, ne anlamı kalır uçmanın?"

Bu bir itiraf manifestosu.

Bu bir mektup da kendime, Zeynep'ten Zeynep'e; ya da öyle bir şey...

Bul kendini küçük kız, kaybettiğin kör karanlıkta yeniden keşfet. Ve gittin sen, zincirlerin görünmez bir hapis sadece. Sen onu çoktan aştın, bütün gidenlerden daha çok gittin. Çölde hayatta kaldın, okyanusta boğulmadın.

Çöl sana ait. O çöl sendin küçük kız.

Çölü aş, okyanuslara bak.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere.

Zeynep Buket









30 Nisan 2018 Pazartesi

Merhaba Küçük Kız



Merhaba küçük kız,

Mayıs 2018'den Mayıs 2011'e bir not olsun...

Biliyorum küçük kız, yolun sonuna geldiğini düşünüyorsun. Biliyorum tüm kaostan kaçmak için her şeyi yok etmek istiyorsun. Ve biliyorum her şey, herkes sana "Dur!" derken, adım adım uçuruma yürüyorsun.

Korkuyorsun. Bilinmeyene bu kadar hızla giderken, uğrayacağın yıkımdan korkuyorsun. Ve bir o kadar da eminsin ulaşacağına, varacağına son durağa. Korunacağına ve asla yalnız kalmayacağına.

Şimdi hazırsan sana başına neler geleceğini söyleyeceğim.

Öncelikle tüm hayallerini ve seni dünyaya bağlayan tüm tutkularını kaybedeceksin. En büyük korkunu yaşayıp, arkana yaslanıp insanların senin hayallerini nasıl yaşadıklarını dinleyeceksin. İlk sene çok zor olacak. Hayat karşına defalarca işaretler çıkartacak "Geri dön." diye. Ama sen "Uğruna canımı bile veririm." dediğin için dönemeyeceksin yolundan. Her an hatırlayacaksın Hayal'in kulağına fısıldadığı kelimeleri: "Soğuklara hazır ol. Çünkü üşüdüğünü hissedeceksin." Ve sen de akşam olup çehresini saklayan bir Güneş gibi üşümeye devam edeceksin.

Vereceğin en ağır sınav bir başına kalmışlık hissi olacak. Yola yalnız çıkman gerektiğini bile bile çaresizce acı çekeceksin yalnızlığının içinde. Sonra diyeceksin ki "Bir umut... Belki yeni bir başlangıç yaparım hayatımda." Yapamayacaksın. YAPAMAYACAKSIN. YAPAMAYACAKSIN. Seni zincirleyecekler kendi zindanlarına, kaçamayacaksın. En çok da seni korumaya çalışanlar incitecek seni. Ah be küçük kız, zamanı geri döndürebilsem tek bir an bile kalmazdım orada. Ama yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız, derdi Hayal. Eline kağıdı, kalemi verip "Yaz." diyecek sana; "Okyanusları yaz, çölleri yaz. En çok da AŞKı yaz."

Herkes özlediğini söyler sevdiğini. Herkes sevdiğini söyler. Ama bilmezler yasak bir aşkın ağırlığını. Bilmezler bir koruyucu bir meleğe aşık olduğunda olacakları. Sen bildin. Güneş'in gözlerini, Özkan'ın gözlerine değdirdiğin an bildin bu aşkı. Ve tanıdın, çöle gizlenen bu gizli sevdayı. Nasıl ki Kerem kül oldu yana yana aşkından veyahut Kays mecnunleyin rüsva oldu aleme, işte öyle yok oldu Özkan Güneş'in gözlerinin önünde. Feda etti kendini aşkı uğruna. Feda etti melekliğini sırrı korumaya.

Yok oldun küçük kız. Özkan'ın gidişi yok etti seni, Güneş'in müfettişin ellerine kalışı, bir gece vakti kanını akıtışı, ifşa edişi herkese ve yeniden gelişi. Yok oldun küçük kız, yok oldun.

Bulduğun sığınaklar genel olarak yanıp kül olacak. Bu da uyarım olsun sana. Sığınak arama. Kendinden başka dostun da yoldaşın da yok senin. Sensin bir tek seni kurtaracak. Ve sakın aldanma sırtını yasladığın ağaçlara. Çürüyorlar, hepsi. Sakın sevme kendinden başka kimseyi. Sakın unutma kendini sevmeyi.

Biliyorum bunların hepsini yaşayacaksın. Üstelik bile bile aynı uçurumdan iki kez atlayacaksın. Sana "Sevme. Güvenme." diyorum ama. Buna engel olamayacaksın. Nasıl derdi Züleyha Yusuf'a "Aşık olmak benim seçimim değildi. Bu benim kaderimdi."

İşaretlerin sana yalan söylediğini, hayatın seni kandırdığını düşüneceksin. Öylece terk edildiğine inanacaksın. Defalarca ama defalarca ölmek isteyeceksin. İşte hayatının trajedisi de böyle başlayacak: Ölmeyeceksin. Yaşamak senin trajedin olacak. Ama uzun bir yoldasın küçük kız, çok uzun bir yoldasın ve yaşadığın her şey yoldaki misafirlerin olacak.

Seni uyarıyorum küçük kız; terk edilmiyorsun. Nasıl ki Güneş'in sesi karışırdı Özkan'a ve "Çöl kokulu sevgilim" dediğinde, kim söylerdi kime, bilemezdik. İşte öyle bir şekilde duyacaksın o sesi, sesin sana "Seni seviyorum." demesini.

Biliyorum seni defalarca uyardım. Ama boşver beni. Sev. Aşık ol sen.

Ve küçük kız, kendini affet. Evet her şeyi sen seçtin. Ama bir amacın vardı. Bir hayalin, bir tutkun vardı. Yol uzun ve zorlu. Yol kolay olmayacak sana. Bunu biliyordun. Bu yüzden affet kendini.

Ben de henüz göremedim yolun sonunu. Ama yaklaştım.

Seni seviyorum küçük kız, seni seviyorum Güneş, seni seviyorum Zeynep Buket ya da adın her neyse. Ve seni affediyorum.

Hee bir de, sen sana emanetsin. Erkek millerine pabuç bırakma. :)

Sen bir özgürlük savaşçısısın!!!

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...










18 Nisan 2018 Çarşamba

LEYLA



"Düşünmedim." dedi Leyla, "Düşünemedim. Düşünseydim de yapamazdım."

Derinden bir nefes aldı, sessizliğe boşalttı içini. Daha fazla konuşamazdı, daha fazla anlatamazdı ölüme nasıl bir yüreklilikle gittiğini.

Onun cesareti paraşütle atlamak gibi değildi ya da bisikletle dünyayı dolaşmak. Karanlığın içinde bir mum yakmaya da çalışmadı. O sadece bildi kendini, kendi nefsini, kendi nefesini ve kendi çöllerini.

Daha fazla devam edemeyeceğini anladı. Öyle kırgındı ki hayata, nasıl olmasındı. En büyük tutkuları birer birer yanmış, küle dönüşmüştü. O da, o gece yakmıştı kitaplarını diğer herkes gibi. Tek bir şey uğruna, yok etmişti her şeyini. Ve şimdi, kavuşamadığı bütün özlemleri için kırgındı. Hayat ona adil davranmadığı için kırgındı. Çölünü kaybettiği için kırgındı.

Bu yüzden hiç düşünmedi. Düşünemedi. Düşünseydi de yapamazdı. Önce bir kaç tane içti. Sonra bir kaç tane daha. Ve dakikalar içinde avuçlarına sığamayacak kadar çok hapı midesiyle buluşturmuştu.

Büyük bir ekonomik iflas yaşamadı, sevdiği insanların ölümüyle karşılaşmadı veya bir savaşın ortasında kalmadı. Hayır, bunların hiç birini yaşamadı. Onun iflası, çöküntüsü veya savaşı asla gözlerin görebileceği şekilde değildi. O, Leyla olarak karanlıkta hapsoldu sadece. Güneş'i bulamadı. Ruhunu yavaşça öldürdü önce. Şimdi sıra bedenine gelmişti.

Öylece oturdu yatağının yanına. Eline bir kağıt aldı ve hangi hapları içtiğini yazdı. Onu bulacak kişiye küçük bir not bırakmak istiyordu ve dedi ki "Bunu gördüğün için özür dilerim." Artık kalp çarpıntılarını işitecek kadar hızlanmıştı nabzı. Sessizce beklemeye devam etti. Midesi bulanmaya başlamıştı. Vücudunun buna nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu. Yaşayacağı her şey şu andan itibaren onun için de sürprizdi.

Sahneye ilk çıktığı an geldi gözünün önüne, henüz 18 yaşındaydı. Elleri titriyordu ve biraz daha derinden hissettirmek için her duraksadığında burnunu değdiriyordu mikrofona. "Ah benim incinmiş, örselenmiş karanfilim..." diyordu. Ne güzel mısralardı öyle. Daha önce hiç düşünmediği, fark edemediği kadar güzel bir şarkıydı Karanfil. "Kırılma, küsme, sen yine bir şiir yaz." demişti sonra. Hatırladıkça yeniden mırıldanmaya başladı şarkıyı. En kesif hazlarının, en ürkek çağrısı gibiydi bu şarkı.

Bir an gözleri doldu. Henüz 16 yaşındayken, bir gece aynada kendini izliyordu. Parmaklarından itibaren kök salıyordu toprağa ve kolları ağaç dallarına dönüşüyordu. Kıpırdayamadı. Aynada öylece durup kendi dönüşümünü izliyordu. Kocaman bir ağaca dönüştü bedeni. Yapraklarının hışırtısı kulaklarından hiç gitmiyordu. Üşüdüğünü hissetti. Biri fısıldadı kulağına "Soğuklara hazır ol." diyordu. Üşüdükçe alev aldı dalları. Cayır cayır küle dönüştükçe kaderinin aşk ateşinden da ayrı olmadığını gördü. Ne bir pervane gibiydi o, ne de kandil. Çöl vahalarında kaybolmuş bir bedevi gibiydi. Ve Güneş gibiydi daha çok. Gece gibi karanlık bahtı, Güneş olup aydınlanıyordu Leyla'nın.

Ama değişmişti her şey zamanla. Alışamadı o yanıklara. Güneş olabilmek için yanması gerekiyordu ya Leyla'nın, o hep kaçtı kendinden. Kendini tanıdıkça kaçtı.

Ve O'nunla ilk kez konuşma anı da o andı. "Beni sevmiyor musun?" dedi. "Nasıl sevmem.." dedi o ses ona. Ağladı ve "Yatır beni dizine. Okşa saçlarımı." dedi. Yorgundu. Çok yorgundu Leyla. Düşünmekten, yaşamaktan, koşmaktan çok yorgundu.

Dinlenmek ve limanda konaklamak istiyordu. O an, hayat ona hiç de adil davranmadı. Leyla gün geçtikçe parçalara ayrılmaya başlamıştı. Umudu, hayali ve ona o gece kitaplarını yaktıran her şey uçup gidiyordu. Yanılmıştı. Elini tutmak için kendinden bile vazgeçtiği bir aşkın hayaletiyle kalakalmıştı. O ses ona yalan mı söylemişti? Onunla konuşmayı böylelikle bıraktı Leyla. Artık O'na güvenmiyordu. Ve en çok da "Senden uzaklaşırsam al canımı." dediği halde ve ona olan bütün güvenini yitirdiği zamanlarda hala yaşıyor, nefes alıp veriyor diye kızgındı O'na. Yeniden sordu "Beni sevmiyor musun?" cevap gelmedi bu kez.

Sessizce ölümü bekledi Leyla. Ama hayatın trajedisi de bu ya; ölmüyordu. Her geçen gün yaşamaya, yanmaya, umut etmeye ve acı çekmeye devam ediyordu.

Ama artık bitmişti. Artık Leyla kazanmak üzereydi. Mide ağrılarıyla, baş dönmeleriyle ve aralıksız, saatlerce kusmalarıyla kazanmak üzereydi.

Leyla ölüyordu...

* Yeni yol arkadaşım Leyla ile ilk buluşmam. :)












17 Mart 2018 Cumartesi

Bir Yolcunun Not Defteri




Bana yeniden şarkılar söylet, hayat. Bana yeniden yazdır öykülerimi. Asla geri adım atmadım, atmak da istemedim o geceden beri. "Bana hayallerini versen yeter." dediğinde, gözümü kırpmadan sayfa sayfa ateşe verdim her şeyimi. Ama senden tek bir şey istedim.

Biliyorum, soracaksın şimdi "Peki Yunus kaç yıl odun taşımış Taptuk'un yanında?" diye veya "Mevlana kaç sene gözlemiş yolunu Şems'in de, ilmek ilmek örmüş divanını?" Cevabım yok bunlara, cevap verecek mecalim de yok. Ben de düşündüm elbet Aşk uğruna başımı verdiğim gün, bunları. Bana "Yapma." diyen onca sese rağmen ateşe attığımda kendimi, biliyordum kolay olmayacağını. Ve biliyordum Aşk'ı aramaya çıktığım vakit, yolumun elbet dikenliklere çıkacağını.

Ama attım eşyalarımı, boşalttım çantamı. Serdim önüme anılarımı. Evimi, odamı, gizli hazinelerimi sakladığım sandığımı. Biliyor musun, Sfenks'in altında yatan gizli geçitler varmış. Ve ben o geçitlerin anahtarlarını yok ettim önünde. Yıldızlara açılan kapılar varmış, farklı evrenler varmış bizden gayrı ve her birinin geçiş noktasını örttüm toprakla. Ve senin de dilini unuttum zamanla. Bana söylemeye çalıştıklarını unuttum. Sana nasıl seslenmem gerektiğini unuttum. Yola neden çıktığımı unuttum dostum, hala varamayınca. Ben, yoldaşımı unuttum.

Zaman durdu önümde, kum saatinde yolculuğa çıktım. Dokunduğum eridi, dokunduğum yok oldu. Yıllarım geçti, hayallerim küçüldü, hayal kırıklıklarım büyüdü. Çölüm kurudu, vahalarım kayboldu. Ben de orman yarattım kendime. "Yaşamak..." dedim, "bir ağaç gibi tek ve hür." Ama çöl ıssız, çöl yalnız ve çöl başka ellerde şimdi. O küçüçük odada kanımı akıttıklarında, Güneş'te kapanmayan yaralar açtıklarında; müfettişler aldı çölü elimden. Ve ben gerçeği anlatacak cesareti de bulamadım.

O gece, hayallerimi yaktığımda gecenin ateşinde; seni suçladım. "Beni bu hale sen getirdin." dedim. "Başaramazsam yaşamayı, senin yüzünden" dedim. "Ama atmam da geriye adımımı, bu yakışmaz bana." dedim. "Eğer verdiysem başımı ve infak ettiysem umutlarımı, geri almak olmaz." dedim.

Ama şimdi, verdiğim sözleri hatırlayamayacak kadar yorgun ve biçareyim. Yalnızım. Yalnız bırakıldım. Senin tarafından terk edildim.

Ah Şehrazat... Ah günebakanım... Yasak elmam... En ince sızım...

Söylenecek sözler bitmez. Kalemler biter, kelam tükenmez. Aşkı yaşayanın halinden kimse anlamaz. Hayallerini kaybedeni kimse duymaz. Yolcuya kimse eşlik etmez. Karanlıkta kalana çare bulunmaz. Güneş'in kayboluşuna infak edilecek can kalmaz.

Bu bir yolcunun not defteri. Gidecek daha çok yeri olan ama bütün gidenlerden de daha çok giden bir yolcunun. Sırtındaki çantasını uçurumdan yuvarlayan ve hayali uğruna bir gecede hayatını tepetakla edecek cesareti bulan. Ve yıllarca aramaktan vaz geçmeyen; Çok kızan, hayata çok öfkelenen ama yine de "Olsun, kabulümdür." diyebilen bir yolcu. Yolu çölden geçen, okyanusa varan, ormanda konaklayan, sayfalarca yazan ve sayfalarca okuyan.

Eyvallah yaşadıklarıma, yaşayacaklarıma...

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

Güneş
#journeyintheforest









23 Şubat 2018 Cuma

Leyla'dan Geçme Faslı



Ve Mevla'yı bulma yolları, demişler. Çünkü çöllere düşen Kays; önce kendini unutmuş Mecnun olmuş, sonra Leyla'yı unutmuş Aşk olmuş.

Herkes bilir bu hikayeyi. Kays'ın gece gibi kara Leyla'sının ardından nasıl delirdiğini, nasıl pervane olduğunu ve ateşte kül olduğunu, nasıl kavuşamadığını aşkına. Ve bir gün el açar babası semaya, alır oğlunu götürür Leyla gibi kara olan Beytullah'a. Der ki: "Aşıkların duası kabul olur. Kurtul sevdandan. Çık Leyla'nın okyanusundan da dön Kays'ın limanına." Cılız ve sıska oğlan artık Kays değildir. Mecnun olarak açar ellerini ve der ki: "İlla Leyla, illa Leyla. Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni." 


Aşıkların duası kabul olur. Kabul olmuş duası onun da. Bir ömür aşk belasına düşmüş, bir ömür ayrı kalmış Leyla'dan. Leyla gelmiş bir gün ocağına, çölde biçare, harap düşmüş Mecnun'un yanına. "Geldim." demiş. Mecnun kaldırmış başını, bakmış Leyla'nın kara gözlerinin içine. Saçlarını izlemiş tel tel, kıvrımlarının ardında gizlenmiş çöl kumlarını görmüş. Yanaklarındaki ince çizgilere değmiş gözü, dudaklarının çatlaklarına bakmış. Leyla ağlamış da ağlamış. "Sen..." demiş Mecnun önce, sesi çatallaşmış. Duraksayıp tüm yüreğine doldurmuş aşkını ve "Sen Leyla değilsin." demiş. Yutkunmuş. Gözleri artık Leyla'da değilmiş. Gece çökmüş Leyla'ya "Ah minel aşk." demiş fısıltıyla, kendi bile duymamış sesini. "Sen Leyla değilsin." diye yinelemiş Mecnun daha derinden, "Sen Leyla isen, ben Mecnun değilim. Ben Mecnun isem, sen Leyla değilsin."



Kaç Kays'ı Mecnun yaptı o çöl, kaç Leyla'yı gömdü soğuk çehresine, bilinmez. Veyahut kaç aşık, şahit verdi aşkına; infak etti vuslatını? Kaç aşık bir gece vakti, herkes derin uykusundayken uyanıp yaktı bütün kitaplarını?

İlla Leyla, illa Leyla.

Hesap, kitap yapılmaz aşkta. 

Ve bir gün Züleyha elindeki kitabı okurken, yanından geçip giden Yusuf'a iç geçirip "Aşık olmak benim seçimim değildi. Bu benim kaderimdi." demiş. Atmış kendini kör kuyulara. O da adını vermiş Yusuf'u uğruna. Şanını vermiş, melamet hırkasını giymiş. Aşkına nişane Yusuf'un gömleğinin parçası kalmış elinde, tırnaklarında Yusuf'un kanı kalmış. Yıllar geçmiş, Züleyha da kalmamış. Öyle gitmiş Yusuf'un dizlerinin dibine, öyle eğmiş boynunu da "Geldim." demiş. "Hoş geldin." demiş Yusuf ona. Mısır ülkesinin Züleyha'sı iken, döne döne ateşte yanıp kül olan pervane olmuş. Olmuş ve ölmüş Züleyha.

Ve bir gün bir düş görmüş Güneş. Yıllarca yazdığı ne varsa gerçek olmuş. "Soğuklara hazır ol." demişler Güneş'e, o da Özkan'ı görmüş. Boynunun sağ kıvrımındaki lotus dövmesinden tanımış onu. O an anlamış sırrın koruyucusu olduğunu ve o an anlamış aşkı uğruna ödemesi gereken diyetleri. Heyhat, bir melek bir koruyucuya aşık olmuş. "Git." demiş Özkan ona, "Benliğini bana ver de git." demiş. "Sen olmadan gitmem." demiş Güneş, gitmiş. Gitmesi alnının yazısı olduğu için gitmiş. Özkan'ı kaybetmek zorunda olduğu için ve onu yeniden bulacağı için gitmiş. Bulmuş da. Bir güz akşamı, yağmur çiselerken soğuk asfaltın üstüne ve keskin kükürt kokusu yakarken genizleri; hiç gitmemiş, hiç ölmemiş gibi gelmiş Özkan. Yeniden yazılmış hikaye, yeniden çizilmiş zaman. 

Leyla'dan geçme faslında, Mevla'yı bulma umudu düşürdü yollara. Ne Leyla'dan geçildi, ne çöllere düşüldü, ne Mevla bulundu. "Zaman çaredir. Bekle." dediler, "Okyanusların ötesi daima çöldür. Çöl evindir." dediler. Parçalara ayrıldı yürek, parçalara ayrıldı umutlar. Ne çöl kaldı, ne umman; ne Leyla kaldı geriye, ne de Özkan. 

Leyla'dan geçmek, Leyla'yı bulmakla başlarmış. Leyla sanrıları, çöldeki serapmış. Çölü evi sanan yolcu, çölde dostunu bulmuş. Santiago imiş adı. Kişisel menkıbesini arayan genç bir çobanmış. Sonra fark etmişler ki, aynı düşleri görmüşler geceler boyunca. Aynı hazine, aynı sandıkta; aynı sandık aynı yerdeymiş. Ama ikisi de yanılmış. İki de çöl bekçilerinden dayak yiyerek düşmüşler yola bir kez daha. Bir kez daha...

Ve hatırlamış Güneş kız, kulağına fısıldanan sözleri: "Yeniden başlayalım yazmaya ve yaşamaya. Haydi küçük kız yeniden başlayalım sevmeye." Çünkü insanı öldüren şey, yeniden doğumuna da sebep olabiliyor bu beldede.

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

Zeynep Buket... / ya da adı her neyse




















10 Şubat 2018 Cumartesi

İtiraf Manifestosu: Yeniden Doğdum



Bir öykü düştü gönlüme, "Okyanusun Ötesinde" dedim adına. Çünkü okyanusların ötesi daima kuraktı yüreğimde, okyanusların ötesi çöldü. "Adım Güneş." dedim. Çünkü adımı ilk kez gökyüzünde işittim. Alnıma güneş değdi önce ve bir fısıltı ilişti kulağıma; "Soğuklara hazır ol çünkü üşüdüğünü hissedeceksin."

İşte benim hayat döngüm de tam bu noktada başladı.

Baktım ki Ferhat dağları delmiş, Kays aklını vermiş, Şems canından olmuş. Dedim ki "Ben de veririm başımı aşk uğruna Şems gibi, ben de veririm aklımı Leyla uğruna Kays gibi." Dedi ki "Gerek yok. Hayallerini versen yeter." Verdin canımı, bir gecede kül ettim umutlarımı.

Ve öldüm.

Karanlıktan korkmaz, soğukta üşümez oldum. Ama demişti ki dostum Santiago "Düşlerinin peşinden giden yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır."

Düşlerimin peşinden gittim. "Kişisel menkıbem Aşk'tır." dedim de dört nala çöle koştum. "Dinim Aşk'tır." dedim de aşıklara kul oldum. "Ölen beden imiş, aşıklar ölmez." dedim de ölmezlik kaynağında Özkan'ı buldum, onu yazdım. "Yolum da yoldaşım da Aşk'tır." dedim de tüm sayfalarımı ateşe attım.

Ve yeniden doğdum.

Çünkü "Kişisel menkıbem Aşk'tır." dediğim noktada baştan aşağıya kül oldum. Damarlarımı kessem oluk oluk aşk akacakken, ben yalnızlığımla boğuştum. Buralardan gitmeliydim, valizimi hazırlayıp göç etmeliydim. Hayat "Yola çık." çağrısını yapar yapmaz önünüze bir ruh emici atar. Eğer onu yenerseniz ilk durağınıza kadar sağ sağlim gidebilirsiniz. Ama ben yenildim.

Ve yeniden doğdum.

Yeni dostlar edindim. Yeni hayaller kurdum. Yeni yollara çıktım. Aslında meselenin "cesur olmak" olduğunu fark ettim. Hayat hepimizin yoluna farklı yol arkadaşları koyuyordu. Kimine yoldaş, kimine düşman oluyordu. Benim düşmanım da eve döndüğümde karşılaşacağım ruh emiciydi. Diğerlerinden biraz daha farklı olarak, çok yakınımda duruyordu. Yani ona alev salsam, onun ateşiyle önce ben yanacakmışım gibi. Ve yenilmezse daha büyük bir öfkeyle beni öldürecekmiş gibi.

Öyle de yaptı. Kendime olan bütün sevgimi ve inancımı imha etti. Aynada gördüğüm çehremi değiştirdi. Cesaretimi yok etti. Biat bekledi. "Aa ben sana tabii ki güveniyorum." cümlesinin altında zehirlerini sakladı. Her gece uykumda, rüyalarıma birer doz savurdu. Her gece, göz yaşlarımdan ıslanan yastığımla beni boğdu. Yağmurda saklandığım çatımı bozdu. Yorulduğumda sırtımı yasladığım duvarımı yıktı. Çok güçlüydü, çünkü çok yakınımdaydı.

Dalgalı denizimde bir liman aradım. Çünkü tüm ruhumu sarmalayan o ısı kaynağını da kaybetmiştim. Bana yer kalmamıştı. Soğuk gecelerimde köşeme çekilip bir başıma ısınmaya çalıştım. İşte müfettiş böyle yendi Güneş'i, böyle akıttı kanını bir gece yarısı. Ben de bir limana sığındım. Liman alabora oldu.

Ve yeniden öldüm.

Defalarca, karşıma çıkan her canavarda yenildim. Kendi ölü bedenimi dışarıdan seyredebiliyordum. Bedenim solmuş ve tüm uzuvlarımdan kan boşalıyordu. Ölmek için dua ediyordum. Bu şekilde daha ne kadar devam edebileceğimi kestiremiyordum. Yorgundum, canım yanıyordu. Direnmeye ve savaşmaya güç bulamıyordum. Ve ben ölmedikçe terim soğudu, kanım kurudu. Sadece biraz daha zaman geçti. Bedensel yaralar kendi kendimi iyileştiriyordu ama içeride bir yerlerde saklanmış olan kendimi ben bile bulamıyordum.

Isı kaynağım devrildi sonra. Nasıl devrildi, nasıl yuvarlandı da yerin yedi kat altına girdi ben bile bilmiyorum. Güvenmek, inanmak, değer vermek ve sevmek gibi bütün duyguları da beraberinde götürdü.

Sonra bıraktım ben de kovalamayı. "Yuvarlansın, nasıl olsa bulur yolunu." dedim de, yoluma düştü yolu. Hayat ne tuhaf.

Ve doğdum.

Yani öyle sanıyorum. Eğer hala yaşıyorsam, eğer hala alamadıysam kendi canımı ve kesemediysem soluğumu veyahut kabul olmadıysa henüz duam ve hala uyanabiliyorsam sabaha; bir umut var demektir. Ve belki de sırf bu yüzden, vakit uyanma vaktidir. Hala sağlıklıysa bedenim ve iyileşiyorsa ruhum, yollar bana hala açık demektir.

Çölden çıkıyor küçük kız, ormana giriyor şimdi. Çünkü yağmuru yağdırabiliyor artık öykülerinde, çamurda yuvarlanıp hiç kirlenmeden bir köy kıraathanesinde kahvesini yudumlayabiliyor.

Çantasını topluyor şimdi Yıllar önce yaptığı gibi o dik uçurumdan iki valizle inmeye çalışmıyor. Bir sırt çantası yetiyor ona.

Kolay olmadı. Kendimi defalarca kaybetmenin ve bulmanın yaraları henüz sarılmadı. Ruh emicilerim, beni henüz serbest bırakmadı. "Her Şeyin Defteri" yolculuk öykülerine henüz dönüşmedi. Yastığım kurumadı, uykularım düzene girmedi. Yuvamı henüz bulamadım ve olduğum kişiye kavuşamadım.

Ama olsun. Dibi gördüm, en dipte nasıl hayatta kalınır onu öğrendim. Dipte de pek yalnız olmadığımı fark ettim. Zayıf noktalarımı, sınırlarımı keşfettim. Onları törpüledikçe bedenimden dökülen pası seyrettim. Bir sürü öykü biriktirdim. Bir sürü canavar keşfettim. Nefret etmeyi bıraktım, çünkü nefret etmeye bile enerjimin kalmadığını gördüm. Ve inanır mısınız, gittim. Hem de bütün gidenlerden daha çok gittim. Tüm ruhumla, beni çepeçevre saran tüm varlığımla fezaya gittim.

Ve yaşıyorum.

Ben bile inanmakta güçlük çekiyorum ama hala yaşıyorum. Ve çölden çıkıyorum. Yolum orman.


Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...











7 Ocak 2018 Pazar

Selam Olsun Güneş'e

Adın hep farklı söylendi. Seni hep farklı farklı şekillerde andık yüzyıllarca. Baba dedik, ana dedik, Tanrı dedik, Ra dedik ya da Zeus dedik. Ben Allah demeyi seçtim. Öyle öğretilmişti, tınısı sımsıcaktı. Sarmalandığımı hissettim. Başka isimler de verdim sana; dost dedim, Özkan dedim, Hayal dedim...

Önce senden korkmamı öğrettiler bana, sonra sevmemi. Ben hangisini yapacağımı bilemedim. Yanlış bir şeyler vardı, hissediyordum. Korkmaktan da sevmekten de ötede bir kıvılcımla kuşanıyordum. Seni aramayı seçtim. Budda gibi elimi ayağımı çekecektim her şeyden, ya da Musa gibi yanan bir alevde çehreni seyredecektim. Çöllere gidecektim. Sırt çantamı alıp, diyar diyar gezecektim. Göreceğim her okyanus, içinden geçeceğim her ırmak, kaybolacağım her orman bana tek tek seni verecekti.

Sonra bir gün, bir kitapla karşılaştım. İsmi "Simyacı" idi. Endülüslü çoban Santiago'nun hikayesiydi. O da seni arıyordu. Düşlerinde çağrılıyordu. Tavşan deliğinden geçip harikalar diyarına gidiyordu. Çöl onun da yoluydu, Mısır onun da durağıydı. Santiago ben gibiydi ya da ben onun gibiydim.

Bu kitap senin bana ilk açık çağrındı. Bana "Yola çık." deme şeklindi. Biliyor musun, yüreğim sıkıştı. Kaç gece ağlayarak uyudum bilmiyorum veya kaç sabah güneşten de erken aydınlattığımı sabahı. Sonra dedim ki "Adım Güneş. Adım gibi parlak olsun isterdim hayatımı." Bir öykü düştü gönlüme ve "Okyanusun Ötesinde" dedim adına. Okyanusların ötesi çölmüş meğer, okyanusların ötesi sırmış.

Bir sırrı koruması gerekiyormuş Güneş'in. Ama sırrın onda açılması için aşık olması gerekiyormuş. Bu yüzden küçük bir kızın Güneş olabilmesi için melekler yaratılmış, melekler insanlaşmış ve melekler aşık olmuş. Güneş Özkan'ını bulmuş. Ya da Özkan bulmuş Güneş'i, çıkmış karşısına da "Benliğini bana ver." demiş. Özkan'ı kaybetme pahasına, düşmüş onun peşine. Özkan "Git." demiş. Güneş "Sen olmadan gitmem." demiş. Özkan ölmüş, Güneş gitmiş.

Tüm bunlar yaşanırken senin küçük kızın kendi çölünü keşfetmiş. Aşkı tanımış. Konya'ya düşmüş yolu, Meram bağlarında toprağın soluk alıp verişini dinlemiş. Dizine yatmış Şems'in, "Beni kızın gibi sev." demiş. Kolay mı, "Ben de Güneş'im." demiş. Mevlana'ya gidip "Sırrını aç bana." demiş. Ve artık o da atlamış tavşan deliğine. Tüm "Yapma, etme, başaramazsın." diyenlere rağmen içmiş kırmızı hapı. Sonra Hayal fısıldamış kulağına "Soğuklara hazır ol. Çünkü üşüdüğünü hissedeceksin." Çölü buz kesmiş küçük kızın. "Yakmam lazım kitaplarımı, hayallerimi." demiş. Bir gecede her şeyi yakmış. Aleviyle ısınırım, sanmış. Kül olmuş umutları. O geceden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmamış.

Günler geçmiş, geceler bitmiş, aylar birbirini kovalamış. Tam "Oturuyor taşlarım." dediğinde bir gece bir odada dökülmüş göz yaşları. Müfettiş çıkmış karşısına Güneş'in aynı odada akıtmış kanını. Hiç iyileşememiş küçük kızın. Sonra bir umut, bir limana sığınmış. Liman korkunç bir canavara dönüşmüş, yok etmiş umutlarını.

Demiş kızın "Neden? Neden beni terk ettin?", "Seni terk etmedim ki." demişsin; yeni limanlar koymuşsun önüne, yeni yollar çizmişsin. En sonunda da çölünü almışsın elinden.

Demiş ki kızın "Ben böyle yaşayamam. Al canımı." Almamışsın. Her sabah yeniden uyanmış küçük kız, her gece aynı duayı yeniden etmiş, yeniden uyanmış ve yeniden açmış ellerini. Bu böyle süregelmiş.

Demiş ki kızın "Korkuyorum. Adım atmaya bile cesaret edemiyorum. Yardım et." Küçük işaretler koymuşsun önüne, yoluna devam edebilsin diye.

Demiş ki kızın "Başa dönüyorum. Bir an dünyayı kurtaracak kadar cesur hissediyorum kendimi, bir an gömüyorum yerin yedi kat altına." İkisini de yapmak zorunda olmadığını söylemişsin.

Demiş ki kızın "Başaramıyorum. Neden yanımda değilsin? Neden bana yalan söyledin? Neden beni terk ettin? Neden kitaplarımı yakmamı söyledin?" Susmuşsun. Bekle, demişsin.

Bekleyedurmuş kızın. Kendini sevmeyi unutmuş. Kendini unutmuş. Güneş'in Özkan'ını unutmuş.

Demişsin ki kızına "Hatırla. Kişisel menkıben için, hayallerin için asla erteleyecek zamanının olmadığını hatırla. Doğaya karış, yollarla tanış, denizin kokusunu çek içine. Kendini sev."

Ve eklemişsin "Hazinen girmeye korktuğun mağarada seni bekliyor."

Demiş ki kızın "Teşekkür ederim."

Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...