12 Aralık 2016 Pazartesi

Ben Bir Ağacım




Sanmayın ki bir yağmur tanesiydi beni büyüten. Sanmayın bulutlar örttü de serpildim gökyüzüne. Küçük, yaş bir tohumdum ben, karıştım sessizliğe. “Yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız.” diye fısıldandı sağ kulağıma, adım bu sandım. Adım yokmuş meğer benim. Ben bir ağaçmışım; serpildim gökyüzüne, küçük bir tohumdum ben karıştım sessizliğe.

Parmaklarım ağırlaştı önce. İnce ve cılız bir iniltiyle bağlandım yeryüzüne. Çıktım rahimden rüzgara, çıktım tohumdan toprağa. Adım yokmuş benim. Adımı ilk kez yeryüzünde işittim.

Kabuğumdan akan kanıma kadar bir özle donattı Tanrı beni. Biraz sıksam yeşilimsi bir beyaz süt akacaktı içimden. Onunla büyüdüm, onunla nefes aldım ben. Damarlarımdan aktı öz suyum ver her bir uzvum tomurcuklandı önce. Küçük yapraklarla dolandım, aydınlandım, ışık saçtım. Yapraklarım ısıttı beni, onlara sarıldıkça mevsimler geçti, mevsimler geçti ben büyüdüm, ben büyüdükçe terk etti yapraklarım beni. Terk edilmek nedir bilir misiniz dostlarım? Yağmur sanki hiç soğuk değilmiş gibi, bir de çırılçıplak kalırsınız gecenin ayazında. Güneş doğsa da ısınsam dersiniz, ne güneş doğar, ne kalbiniz çiçek açar. Ölmekle, solmak arasında kalırsınız. Kalınlaşır, güçlenirsiniz Ve güçlendikçe daha büyük yapraklar donatır etrafınızı Çiçeklenir, genişlersiniz.

İşte o an anladım. Terk edilmek değildi kaderim. Bağlanmaktı ölümüne toprağa. Ölümüne yaşamaktı meselem. Bu yüzden üstadım şiir yazmıştı adıma: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür.” diyordu Nazım, “Ve bir orman gibi kardeşçesine.” Bu hasret bizim mi dostlarım, bu hasret bizim mi? Ben ne zaman sevsem gider mi yapraklarım böyle, ben ne zaman alışsam renkli yaldızlı çiçeklere, dökülür mü onlar hep? Olsun, kabulümdür. Yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız, demiştik. Unutmadık.

Güz soldurdu yapraklarımı. Gece oldu, kar yağdı. Beyaza büründü sırtım. Ben yapayalnız, ben çırılçıplak. Donmak üzereyken güneş açtı alnımda. Ben bir ağacım dedim usulca. Kardelenler nasıl yaşarsa beyaz aynada, ben de yaşarım. Aynı topraktan gebe kaldık biz, aynı yıldızlarla konuştuk. Bir kardelen değildim elbette ama kök salmıştım toprağa, ölümüne yaşamaya söz vermiştim ben.

Güneş yükseldikçe buz tutan suyum ısındı. Dallarım ışıdı. Beyaz su ince ince döküldü üstümden. Bahar geldi ve bir kez daha çiçeklerle dolandım. Bir çocuk yaklaştı yanıma sonra. Baktı kahverengi gözleriyle, dokundu gövdeme. Parmaklarından akan ışığı hiç bir zaman unutamam dostlarım. Ben böyle bir sevgiyi daha önce yaşamadım.

Günler kovaladı ardı sıra çocuğu. Geceler aktı, yıldızlar kaydı. Ne çare, ben yaşlanmaya devam ettim. Yüzyıllarca yaşayacaksın demişlerdi bana, onu anımsadım; üstada selam gönderdim “Yaşamak bir ağaç gibi…” dedim ve ekledim son nefesimle “... ve bir orman gibi kardeşçesine. Bu hasret bizim.”

Bir ağaçtım ben, kök saldım toprağa da hayat oldum, nefes oldum. Ölümüne yaşadım önce savaş verdim gündüz ve geceyle. Soğuğa direndim, sıcağa aldırmadım da yaşamaya çalıştım. Bir ağaçtım ben dostlarım, şimdi bir orman oldum.


Okyanusun ötesinde görüşmek üzere...

2 Aralık 2016 Cuma

Sen Hangi Süper Kahramansın




"Müfettiş kötü bir sürpriz yapmıştı Güneş ve Özkan'a. O tıpkı yıllar önce yaptığı gibi bir insan formunda çıktı Özkan'ın karşısına. Özkan'ın endişesi ses tonuna bile yansımıştı. Ama sırrı koruması gerekiyordu. Tüm dünyaya Müfettiş'in nasıl bir canavar olduğunu haykırmak istese de susmuştu. 

Müfettiş iş arkadaşlarına Özkan'la yıllar önce ortak bir iş yaptıklarını ama sonra anlaşamayıp yollarını ayırdıklarını söylemişti. Gerçek öykü aslında tam bir trajediydi. Özkan, Müfettiş tarafından görevlendirilmiş bir ölüm meleğiydi ve Güneş'ten evrensel sırları alması gerekiyordu. Ama o, Güneş'e aşık oldu. Ve vazgeçti görevinden. Güneş Sır'ı korudu, Özkan Güneş'i korudu. Müfettiş uğradığı ihanet üzerine Özkan'ı cezalandırdı. Şimdi size "Özkan'ı öldürdü." diyeceğim ama inanmayacaksınız. Ama üzgünüm, Müfettiş Özkan'ı öldürdü. Ama aşk herşeyi yenebildi ve Güneş yeniden yazdı öyküyü. Başka bir dünyanın başka bir zaman diliminde yeniden kavuştular Özkan ve Güneş. Ve şimdi o dünya üzerinde Müfettiş bir kez daha çıkmıştı Özkan'ın karşısına. Ve elbette masum bir amacı yoktu. Güneş'i görmeye gittğnde, Güneş tüm cesaretini toplayıp yalnız görüşmek istediğini söyledi. Bu onun için ahmakça bir hareketti. Ama yaptı, dikildi Müfettiş'in karşısına ve sordu: "Ne istiyorsun?"

Cevap açıktı "Savaşmak." Güneş'in artık savaşmaya takadi kalmamıştı. İstemediğini belirtti ve Müfettiş ısrarlıydı: "Bu bizim son savaşımız olacak Güneş. Bu savaş bittiğinde herşey bitecek. Ama aynaya iyi bak, orada gördüğün suret bu savaşı asla kazanamaz. Ama sana savaşı kazanmak için bir şans veriyorum." Güneşin yüzüne gölgeler düşmüştü. Çünkü o da farkındaydı eskisi gibi güçlü olmadığını ve o da farkındaydı eğer savaşa girerse asla kazanamayacağını. Müfettiş devam etti: "Ona ne yaptın da ihanet etti bana Güneş? Bana Özkan'a verdiğini ver. Bana aşk'ı ver." Güneş artık korkusunu gizleyemiyordu: "Bu kader Müfettiş kader. O Özkan olduğu için talip oldu aşka. Sen yapamazsın." - "O zaman savaşa hazırlan Güneş. Güz bulutlarını bekle. Bu bizim son savaşımız olacak."

Okyanusun Ötesinde'den minik bir alıntı yapmak istedim. Çünkü buradaki vurgum Müfettiş ile Güneş arasındaki savaş anlaşmasıydı. Müfettiş ısrarla Güz bulutları'na dikkat çekiyordu. Güz bulutları onların son savaşının vaktiydi.

Güz mevsimini bitirdiğimiz bu günlerde kafama en çok takılan soru "Bu güz nasıl geçti?" oldu. Ve tıpkı sizinle aylar önce paylaştığım Hogwarts'tan Davet Mektubu Almak İçin Yapmanız Gereken 5 Şey yazısında anlattığım gibi "Söz büyüydü, söz en güçlü olandı." Ve bu güz benim için gerçek bir savaş alanıydı. Kolum kanadım koptu, her parçamdan kan aktı. İşin en trajik tarafı ise hala yaşamaya devam ediyor olmaktı.

Tabii başıma gelecekleri kendi ellerimle kendim yazdığım için kendimi tam bir "Süper Kahraman" olarak ifade ediyorum. 😊 Şimdi sözü lehime kullanma vakti dostlarım. 

Savaş ötede, beride, uzakta falan değil. Tam olarak bizde, biz o savaşın içindeyiz. Kendimiz yaratıyoruz, kendimiz savaşıyoruz. Tercihler bizde, komuta bizde ve tüm askerler biziz dostlarım. Savaşımız kutlu olsun. Sözü doğru kullanalım.

Süper kahraman olmak yada olmamak sadece bizim elimizde.












22 Kasım 2016 Salı

İtiraf Manifestosu: Yüreğine Dokunanlara Selam Olsun!



Güz bulutları döküldü saçlarına küçük kız. El değmemiş ellerin kirlendi, pamuk parmakların küflendi. İnce çığırtkan bir sesin içinde kayboldun. Dünyama hoşgeldin küçük kız, dünyama hoşgeldin.

Son yıllarımı en derin varoluşsal sorularım içinde boğularak geçirdim. Önce aynaya baktım ve kendimi keşfettim. Düştüm yollara, elime bir kitap aldım, onu yol arkadaşım yaptım. Hayatınızda milatlar oldu mu hiç? Koca bir çağ kapattım kendimde de Simyacı’yı okuyup koca bir çağı yeniden başlattım. Eğildim, kulağımı değdirdim yere. Rüzgar uğultusu gibi bir ses işittim. Parmaklarımla dokunmak istedim sese, başaramadım dostlarım. Ne sese dokunabildim ne de yüreğime.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Bir Film Değiştirebilir Dünyayı





"Oyuncular değişim ajanlarıdır. Bir film, bir tiyatro oyunu, bir müzik parçası veya bir kitap fark yaratabilir. Dünyayı değiştirebilir." Alan Rickman.

Bu sözü sallanan sandalyemizde, gün batımını seyrederken işitiyor olabilirdik. Serin sudan çıkıp ayaklarımızı sıcak kumlarda yakarken rüzgarın uğultusuyla biri kulağımıza  fısıldıyor olabilirdi. Olabilecek bütün muhteşem ihtimalleri bir kenara bırakıp kendimize sesleniyoruz: "Değişim bizimle."

Alan Rickman Snape rolünden fazlasını miras bıraktı bizlere. O bir değişim ajanıydı. O bizi konfor alanımızdan dışarıya attı. Kendi sesimizle bize seslendi. Bazı bedenler ölür ama isimleri hep yaşar. Bir film, bir kitap herşeyi değiştirebilirdir. O halde arkanıza yaslanıp değişim yolculuğunun yol arkadaşlarıyla tanışın:

1- Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı (IMDB 7,6/10)
Eğer sessiz sedasız dünyanız bir anda koca bir maceraya dönüşürse, Walter Mitty size yol gösterecektir. Fotoğraf arşivinde çalıştığı tirajı yüksek "Life" dergisi son sayısına hazırlanırken, çok değerli bir hazinesi kaybolur. Kayda değer hiç bir şey yapmadığına yürekten inanan ve bu yüzden kendi hayal dünyasında gerçeküstü bir süper kahraman olan Walter Mitty ise bu hazinenin peşine düşer. Ve sessiz sedasız dünyası bir anda koca bir maceraya dönüşür. Çünkü o, ona bakan gözlerin ardındaki benliğiyle tanışmış ve kendi yolunun en büyük gerçek kahramanı olmuştur. Anlamıştır ki insan ruhunun sınırlarını zorladığında gerçek hazinesine ulaşabilmektedir.

2- 8 Saniye (IMDB 6,5/10)
Peki bir kadının sıradışı bir hikayesinde kendi gerçekliğinizle yüzleşmek ister misiniz? Esra İnal'ın kendi hayatından uyarlanan ve başrol olarak yine kendisini oynadığı 8 Saniye bize fantastik bir dünyanın kapılarını aralıyor. Güneş'in Samanyolu etrafındaki bir tam dönüşünün 255 milyon yıl olduğunu ve bunun Dünya'da 8 saniyeye tekabül ettiğini biliyor muydunuz? Peki siz, hayatınız 8 saniye olsaydı eğer onu nasıl yaşardınız? Zaman algımızı alaşağı eden Esra çocukluğundan beri marız kaldığı baskıyla mücadele edip, çocukluk korkularından kurtulmaya ve özgürlüğünü kazanmaya çalışacaktır. Onun dünyası 8 saniyedir ve geriye kalan kısmında kendisiyle barış imlayacaktır. O artık kendisini sadece kendisine emanet etmiştir.

3- Özgürlük Yolu (IMDB 7,3/10)
1940'lı yıllarda yaşayıp yolunuz bir toplama kampına düşseydi ne yapardınız? Hayatta kalmak için mücadele eder miydiniz, yoksa sessizce önce gardiyanların sonra da ölümün sizi esir almasına izin mi verirdiniz? "Hayatta kalmak bir nevi protestoydu." diyordu Wieszczek repliklerinde ve bu yüzden Sibirya'dan Hindistan'a yürüyerek geçmişti yol arkadaşlarıyla. Ölüm yolu, özgürlük yolu yada geridönüş yolu... Siz ismine ne koymak istersiniz bilmiyorum ama "The Way Back" hayatta kalma ve özgürlük umudu adına dokunaklı bir uyarlama filmi olarak karşımıza çıkmaktadır.

4- Truman Show (IMDB 8,3/10)
Ya yaşadığımız dünya gerçek değilse? Ya dünyamız yıllardır, aralıksız ve reklam dahi vermeden canlı yayın yapılan bir stüdyodan ibaretse? Truman böyle bir hayatın içindeyken yaşadığı varoluşsal problemler onu gerçek dünyanın kapısına ulaştırdı. Kaybettiği babasını bir gün sokakta ansızın denk gelince ve karısının tutumlarındaki acayiplikleri fark edince şu soruyu sordu Truman: "Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim?"
Bu arada olur da görüşmezsek günaydın, iyi günler, iyi akşamkar ve iyi geceler.

Değişimin kapısından geçmek elbette kolay değil. Ama herşey bir adımla başlıyor. Unutmayın!





















19 Kasım 2016 Cumartesi

Alarmı 5 dk Daha Ertelememek İçin Altı Altın İpucu



Görseldeki gibi manzaraya uyanmıyorsak, uyanmak çok da eğlenceli olmayabiliyor...

Geçen sene bazı günler dersim 8:45'de başlardı. Öyle zor kalkar ve öyle zor yetişirdim ki... Evimin okulumdan uzak olması, okulumun bir dağın başında kurulması, sabah saatleri otobüs ve metronun tam bir işkence yaratması sabahlarımı kabusa çeviriyordu. Neredeyse her sabah şikayetler ederek düşerdim okul yoluna.

Bu sene okul yönetimi sessiz çığlıklarımı duymuş olacak ki 8:00'a aldılar dersleri. Şimdi daha erken kalkmak zorunda kalıyorum. Daha mutsuz oluyorum, daha gergin oluyorum ve güneş bile henüz doğmamış oluyor. 

15 Kasım 2016 Salı

Shire'dan Selam Getirdim




Doğum günleri, yılbaşları, yıldönümleri... Tüm klişeleri bir araya getirip, bütün zamansal kavramlara gömülüp bir içsel yolculuğu herkes yapmıştır. Yeni bir klişeye hoş geldiniz. Lütfen "Treason of Isengard" parçasını açın. Çünkü Shire'dan ayrılıyoruz dostlarım. Yüzük cebimizde ve yolumuz Mordor!

Dünyaya gelişimin 24. yılına doğru emin adımlarla ilerlerken, daha kendi yaşımla bile yüzleşemediğimi fark ediyorum. Hayatın karşıma çıkarttıklarıyla yüzleşmem zaman alıyor. Hayata alışmam zaman alıyor. Elbette kolay değil yıllarını fil dişi kulesinde geçirmiş birinin topluma karışmaya çalışması. Ama başarabildiğimi hissediyorum. :) Siz ne dersiniz?

9 Kasım 2016 Çarşamba

Burada Bir Şeyler Oluyor

Bilin bakalım ben kimim?


Algılarımın oyununa ilk düştüğümde dokuz yaşındaydım, algılarımı yitirmeye başladığımda ise on beş. Zamanla ışıklar şekil değiştirmeye başlıyordu ve renkler anlamını yitiriyordu. Basitçe ifade etmek gerekirse, miyop oluyordum. 

Hastalıkların zihinsel tedavileri hakkında okuma yaptığımda miyobun sebebinin "gelecek korkusu" olduğunu öğrendiğimde şaşırdım diyemem. Dünyayı yeni yeni tanımlamaya başlayanlar için endişe herkese göredir. Ben biraz abartmıştım sadece. Olağan dışı hayallerle yaşayıp olağan dünyayı reddediyordum. Hayatın da bana karşı sevgisi gün geçtikçe azalıyordu. 

Bir, bir buçuk, iki buçuk derken; dört buçuk dereceye kadar ulaştı görme kaybım. Bu ne demek peki? Görememek demek. Sokakları, insanları, duvardaki saati, durakta beklerken otobüsü hatta aynadaki yüzünüzü bile. Hapı yuttunuz demek yani. Bu yüzden sormak istedim "Ben kimim?" diye, inanın ben de bilmiyorum. Bunun tek sebebi kendimle yaşadığım görme savaşı değil elbette. Ama ben algılarımı komple yitiriyorum. İşte bu yüzden tek çözüm kaynağım yazmak. Bu yüzden on bir senedir yazmakta olduğum Hayal'le tanıştırdım sizi ve yedi sene önce keşfettiğim Güneş ile keşistirdim yollarınızı. Deneme tahtası yaptım beyaz, küçük ekranımı. Ve şimdi, durdurak bilmeden akan bir akarsu gibi, kelimeler dökülüyor. Durdurmak istemiyorum.

Sen Düşünceden İbaretsin!


Uyandı küçük kız. Yerde öylece yatarken yatağındaki örtü devrilmişti üstüne. Derin soluğunu içine çekip doğruldu yerden, yatağı artık ona uzak bir yabancıydı. Gün aydınlanmamıştı henüz ve koca şehir sisle örtülmüştü. Pencerenin yakınındaki sandalyesine oturdu ve sokağın ortasında öylece uzanmış olan kediyi izlemeye başladı.

Kanını soğutan düşüncelerini hatırladı bir anda. Günlerdir düzgün uyuyamıyordu. Günlerdir yatağına giremiyor, sert zeminde yatmaya çalışıyordu. Ne zaman yatağına girse aynı rüya ile örtülüyordu uykusu. Peşinden koştuğu uzun boylu genç bir adam, yüzünü kaplayan siyah uzun sakalları ve uzun yeşil kandurası. Onu görmüyordu, seslenemiyordu da küçük kız. Sadece koşuyordu. Bir dağ yamacına götürüyordu onu yol, uçurumun dibine kadar inen, uzun, dar ve dik merdivenler karşılıyordu onu. Genç adam hızlıca iniyordu merdivenlerden ama küçük kız duruyordu. Öylece duruyor ve korkuyordu. Elinde iki büyük çanta vardı ve normal şartlarda bile merdivenlerden düşmeden inebilmesi çok zorken, çantalarla birlikte inmeye çalışması imkansızdı. Yüklerini bırakması gerekiyordu küçük kızın. Yüklerini bıraktı küçük kız. Çantalarını atıp, merdivenlere yöneldi. İşte her gece, yatağının sıcaklığını kavradığı her uzun gece bu rüya ile uyuyor, hep aynı noktada uyanıyordu. 

26 Ekim 2016 Çarşamba

İtiraf Manifestosu: Apophis'e Hoşgeldiniz

Biraz daha yazmasaydım çıldıracaktım.


Eğer bir kere attıysanız o taşı veyahut içtiyseniz o sudan, dönüş yoktur: Yazarsınız. Eğer durdurursanız kaleminizi, parmaklarınızı veyahut yüreğinizden oluk oluk akan kanınızı: Yanarsınız. Ölmek size farz olmuştur artık. Bu yüzden hep kelimeler uçuşur etrafta ve harfler. Bazen sadece anlamsız birkaç küçük ses... Ve siz uzanıp tutuverirsiniz o sesleri, sanki kalem yazar gibi veyahut kalemi siz tutar gibi vücut bulur sayfalarda. Bu sizi korkutuyor mu? Bu kadar nahoş mu yazmak? Evet, genelde nahoş oluyor. Ama karşı koyamıyorsunuz, koyamazsınız. 

Dünyama hoşgeldiniz.

12 Ekim 2016 Çarşamba

Ölüm Yolculuğu'ndan Notlar


Etrafımızı sarmaşık gibi saran "kişisel gelişim" furyasına katılanlardan biri olarak konuşuyorum dostlarım. Beş sene önce ölüm yolculuğuna çıkmış, yüreğinin ortasına bir hançer saplayıp yıllarca oluk oluk kanamış biri olarak. Ve bir yolcu aynı zamanda... En uzun yolun, en uzun gecenin yolcusu. Sanmayın ki sadece benim yolum bu. Hepimiz aynı yoldayız dostlarım. Hepimiz kendi öykümüzün yolcularıyız.

On üç sene önce yüreğime bir öykü düştü. Dört ana karakter yazdım önce ve hepsine dünyayı kötülüklerden kurtarmak gibi bir misyon yükledim. Dört ana karakter ve dört ana kötü canavar; dört savaşçı ve dört düşman. Hepsine özel güçlerini nesneleştiren bir simge yükledim sonra; kimine gümüş bir kolye verdim, kimine tek taşı kaybolmuş bir yüzük. Kimi hakim olabilecekti güneşe ve yıldızlara, kimi ise diz çöktürecekti dünyayı önüne.

Ama olmadı. Hiç biri gücünü kullanıp yenemedi düşmanlarını. Düşmanları her defasında en zayıf anlarında bitiverdi yanlarında. Ve akıttım kanlarını genç savaşçıların. Ne düşmanları acıdı onlara ne de ben. Zayıf hissettikleri her bir anda yakıverdim umutlarını, sevdiklerini alıverdim ellerinden.

11 Eylül 2016 Pazar

Özgürlük Savaşçısı Öğretisi

* Güzel haberler bizimle olsun. Özgürlük Savaşçısı Öğretisi'nin ilk parçasından herkese merhaba :) Tez vakitte Güneş ve Hayal'in diyaloglarıyla buluşmanız dileğiyle.

Önsözüne küçük bir notum olsun:

Kaç kere "Yapamayacağım!" diyerek savurdum kağıdımı kalemimi bilmiyorum. "Bana göre değilmiş demek." dedim, "Asla savaşamayacağım, asla başaramayacağım." dedim de kaç gece göz yaşlarıma boğdum uykumu, bilemiyorum. 

"Bu kadar okudun..." dedim kendime, "Bu kadar aradın da bulabildin mi mutluluğu? Ah be küçük kız, kaç mektup yazdın Hayal'e de, kaçında af diledin kendinden?" 

Sormayın dostlarım, aklım karışık. Bir öyküye düştü yolum, on iki senedir ruhum sıkışık. Ölüm yolculuğu, dediler; çıkma yola ölürsün, dediler. Öleyim, dedim. Ölemedim dostlarım. Saçımdan tuttu sürükledi, elleri kum gibi beyazdı korkularımın. Sürükledikçe soğudum, sürükledikçe buza döndü ruhum. 

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Beşinci Anlaşma Üzerine Bir Deneme




Ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. İçim parçalanırcasına seyrettim o filmi: 8 Saniye. Siz hiç bir kitabı okurken yada bir filmi seyrederken böyle hissettiniz mi? Aynı şeyleri, her bir saniyesini tek tek yaşar gibi. Ama her şeyi de yaşamadan sadece yazar gibi.

Tam olarak ne zamandı hatırlamıyorum, sanırım bir kaç ay önce. Rast gele açıverdim önüme o filmi. Ve hayretler içinde seyir ettim. Konusunu açıklamak istemiyorum, dilinize bir parmak bal çalıp kaçacağım. 8 Saniye'nin bana sunduğu başka bir armağandan bahsedeceğim size: Don Miguel Ruiz. Toltek spiritüalisti olan yazar en çok da Dört Anlaşma kitabıyla bilinir. Ve ben de size onun Beşinci Anlaşma kitabından bahsedeceğim.

23 Ağustos 2016 Salı

İtiraf Manifestosu: Adım Güneş!

Ne hissettiğimin bir önemi yok, dedi küçük kız ve sustu. Gerçek değildi yaşadıkları. Gökyüzüne bakar gibi baktı aynadaki gözlerine. Vakit, gitme vaktiydi.



Ve gittim.

Gözlerimi açtım. Kulağımda inceden inceye mırıldanan ezgiyi dinledim önce. Küçük bir mırıltı gibi, rüzgara karışıp çalan bir ud sesiydi. Tanıyor gibiydim ama çıkartamadım. Rüzgar esmeye başladı sonra. Kurak ve sıcak çöl rüzgarı saçlarımı kumlarla dolduruyordu. Dudaklarım kurumuştu. Ama susuzluğum suya değildi sadece. Bir cevap arıyordum.

Başımı doğrulttum, alnımı değdirdim güneşe. Ve güneş bana o devasa taş yığınlarını buldurttu. İlk kez o zaman galip geldim korkularıma, daha sonra adına "Müfettiş" diyeceğim karanlık sırlara. Tanımıştım, taş yığınları Santiago'nun hazinesini aradığı, uğruna tüm koyunlarını satıp bilinmeze atıldığı yerdi. Benim ikiz kardeşim, yasak sevgilim, memleketim, kara sevdamdı. Dokundum. Parçalı ve sert yüzeyindeki her bir karesini hissettim tenimde, kokusu karışsın sayfalarımın kokusuyla diye.

Gize'ymiş orası. Öyle dedi bir anda yanıma gelen Hayal. "Ben senin hayal arkadaşınım." dedi. Bir öykü düşecekmiş gönlüme ve bir yara açacakmışım kendimde. Aşık olacakmışım; doyamadan, toprağa gömecekmişim. Yazacak, yazdıkça yaşayacakmışım. Öyle söyledi küçük kız. Gözlerini gözlerime değdirdi. Ruhunu ruhuma taşıyarak: "Yaşadığımız herşeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız Güneş. Soğuklara hazır ol çünkü üşüdüğünü hissedeceksin." dedi. "Ne hissettiğinin bir önemi yok. Yüreğin artık yüreğim." dedi.

Sustum. Ne söylenebilirdi ki. Gözlerimin önünden akıp gitti bütün hikaye. Emre'nin gelişi, Cem'e sarıldığım o son an. Ah başak saçlı narin dostum. Öyle güzeldi ki kokusu ve öyle mağrur. Özkan'ı gördüm sonra. Benliğini bana ver Güneş, derken sesinin nasıl kısıldığını seyrediyordum. Çöl kokulu sevgilim diyordu bana, ben de ona öyle sesleniyordum. Aynı anda. Seslerimiz karışıyordu birbirine. Ve öyle çok seviyordum ki, kendimi sevmeyi unutuyordum.

Kendime geldim bir anda. Hayal de kaybolmuştu. Ben, o taş yığınlarımın arasında kalakalmıştım. "Benim Mısır'ım." diyordu Champollion oraya, ben ise sadece "yasak kentim" diyebiliyordum; Yusuf'un Ken'anı, bana yasak kentim.

Sana geldim ey çöl!
Ben de sen gibiyim çünkü. Hüzünlü, parça parça ve an be an karışıyorum rüzgara. Savruluyorum. Soğuyorum. Parmaklarımdan kök salıyorum toprağa. Tıpkı yalnız bir akasya gibi, çöle karışıp hayat buluyorum.

Bu bir itiraf manifestosudur. Güneş'in kendini kaybettiği, kendini bulduğu ve sonra yine kaybettiği öykünün giriş satırlarıdır. 

İtiraf ediyorum ki, Cem'in öldüğü öyküyü ben yazdım. Kokusunu kursağımızda ben bıraktım. Ben yok ettim Güneş'in hayata tutunma sebeplerini ve ben gönderdim Emre ile Hayal'i. Ben yazdım da geldi Özkan ve feda etti melekliğini Güneş'i uğruna ve Güneş adı gibi yemin etti sırrı korumaya. Özkan'ı Müfettiş katletti. Ben yazdım ve kaybolup gitti. "İyi bilirdik." dedik tabutuna doğru, ama hiç iyi bilinmedi Özkan. Ben yazdım Güneş ve Özkan'ın yasak aşkını ve ben ortaya çıkarttım. Müfettiş Güneş'i bulduğunda, o küçücük otel odasında, parçalanmış yüzünü değdirdi Güneş'e. Ben akıttım Güneş'in kanını. Korkularımı hep Müfettiş ile yazdım. Ve yazdım, yazmaya devam ederken döndü Özkan Güneş'ine. Dedi ki: "Seni seven her kalp benim kalbim.", "Ya sevmeyenler?" dedi Güneş, "Sana değen her kalp benim kalbim." dedi Özkan. Ama Güneş unuttu. Özkan'ı unuttu, ona olan sevgisini unuttu. 

Adım Güneş. Adım gibi parlak olsun isterdim hayatımı. Benim yurdum ötelerde, okyanusun ötesinde bir yerlerde. İşte bu yüzden okyanusların ötesi daima kuraktır yüreğimde. Yüreğime hoş geldiniz. Okyanusun Ötesinde görüşmek üzere...


Güneş

7 Temmuz 2016 Perşembe

Hogwarts'tan Davet Mektubu Almak İçin Yapmanız Gereken 5 Şey

Hayır, yanlış okumadınız; size fantastik bir hayatın vaadini yapıyorum.

Belki kıyılarda kalan bir Hogwarts davet mektubu vardır diye hangimiz posta kutumuzu didik didik etmedik? Şöminemiz yoktu belki ama hangimiz sobamızın kazanından fırlayacak mektuplar için beklemedik, var olmayan bir duvarda, var olmayan bir yolculuk için 9 3/4 ekspresini gözlemedik? Hatırlayın hafızanızın derin duvarlarını, kalemlerimizi asa yapıp "ingardiyum leviosaah" diye daldık hayallere. Sözümüz henüz bir tüyü havalandırmaya yetmiyordu. Bu yüzden bıraktık söylemeyi. Savaşta yenilen bir savaşçının onurlu kılıcı gibi kalemimizi koyduk kalemliğimizin içine. Hadi itiraf edin kendinize, bulamadınız hayallerinizi. Oysa ki söz en güçlü olandı, söz büyüydü.

9 Nisan 2016 Cumartesi

İtiraf Manifestosu

Ne zaman öleceğinizi bilseydiniz, nasıl hissederdiniz?

Evet dünyanın en klişe sorusu. Ama ciddi bir yanıt almak için ilk defa az önce sordum kendime. Gerçekten ne hissederdim? Geriye kalan zamanımda neler yapardım?

Bu soruyu durduk yere aklıma getiren izlediğim bir kısa film oldu aslında. İnsanlara bir anda ne kadar ömürlerinin kaldığını bildiren bir SMS ulaşıyor. Kimine 60 yıl, kimine 100; kimine 10 ay diyor gizli kullanıcı; kimine ise hiç zamanının kalmadığını bildiriyor.

"Ya benim?" dedim ardından tabii hemen, "Ya benim ne kadar ömrüm kaldı?" Bilmiyorum, bilemem ve belki de bilmediğim için şanslıyım. Ama elbet öleceğim, bir gün ben de diğer milyarlarcası gibi silinip gideceğim.

Zaman kaygısını bir kenara bırakıp sordum kendime ve ufak bir sohbet yaptık benden içeri Zeynep'le (ya da adı her neyse):
- An'da nasıl hissediyorsun kendini? diye sordu

+ Korkuyorum. dedim. Tek seste döküldü kelime. Ve devam ettik:


14 Ocak 2016 Perşembe

Benim Güzel Hatalarım Var





Bu bir gecikmiş 2015 yılı değerlendirmesidir.


Tebrikler Zeynep Buket (yada adın her neyse), ölüm yolcuğunu bitirdin. Özgür olmaya çalışırken nice karanlık bağlar edindin. Ama olsun, hayatının en önemli ve en acı verici dönüşümünü yaşadın. Yüreğine düşen öyküyü, sayfalarla ateşe verdin. Kolay mıydı, her gece “Ölüyorum.” diyerek ama ölmeyerek sabah etmek? Kolay mıydı kendini sevmeye, önce kendinden nefret ederek başlamak? Herkes “Özlüyorum sevdiğimi.” derken, bunu bile diyemeden bir ömür bitirmek? Tükenmek. Ama tıpkı meleklerinin de dediği gibi: “Hazır mısın yeniden yaşamaya ve yeniden sevmeye? Hazır mısın küçük kız, kendini affetmeye?”


“Hazırım!” dediğin anda bitti ölüm yolculuğun. Korkmuyorum dediğin anda aydınlığa çıktı ruhun. Biliyorum, zordu. Çok zordu sevmeyi sevmeyerek öğrenmek. Ama öğrendin küçük kız; esir kalarak özgürlüğü, korkarak cesareti, yanarak sönmeyi öğrendin. Yani öğrenmeyi öğrendin.


“Seni sevmek ancak senin hükmünle mümkün olur, Ey AŞK!”, diyerek izin istedin. AŞK sana gelemedi, sen AŞK’a gidemedin. Kavuşma ihtimalini hiç ederek, hasret çekmeyi seçtin.


Bağıra çağıra, “Artık mutlu olmak istiyorum.” dedin. Ve ağaç oldun önce, köklerin toprağa karıştı da büyüdün, budaklandı dalların. Kolların, parmakların; her biri tek tek yaprak olana dek genişledi yaptıkların. Sonra düştün. Yerden kalkmaya çalışırken alev aldın. Dalların yanarken, sen geçmişini affettin. Yandıkça kül oldun, kül oldukça unuttun. Ayağa kalktın küçük kız, usulca kirpiklerindeki yaşları sildin. Sesin titrerken konuşamadın. Yüreğin konuştu, bir tek sen duydun. “Adım at.” diyordu sana. Ve attın…

Adım attıkça yürümeyi öğrendin. Sonra konuşmayı. Başlarda dinleyen yok gibiydi sesini ama sen inatla bağırdın: “Yolumdan ayrılmam.” diye.

Umut ettin. Dalgalı denizindeki hırçın bir gemiyken, sığınak olması için bir limanı umut ettin. Buldun da. Her yağmurda ona koştun, her fırtınada onda saklandın. Ve anladın ki; senin limana ihtiyacın yok. Sen dalgalı denizle baş edebilirsin. Atıverdin kendini soğuk sulara, yüzmeyi öğrendin.

İyi ki öğrendin küçük kız, iyi ki öğrendin. Kırk fırın ekmekten, ilk fırını bile bitiremedin. Ama güçlendin. Yüzleştin, korkularınla savaştın. Ağır yaralarla çıktın ama öğrendin ve galibiyeti aldın.

Büyüyorsun. Yaşayarak, hayal kurarak, hayal kırıklığına uğrayarak. Ve en çok da sevmekten asla vazgeçmeyerek büyüyorsun. Sen bir Özgürlük Savaşçısı’sın. Artık meydandasın.

Unutma; yaşadığımız her şeyi yalnızca yaşamamız gerektiği için yaşarız!

Okyanusun Ötesinde görüşmek üzere...

Okumaktan ve yazmaktan başka çarem yoktu...



dedi kız. Ve okudu, yazdı. Başka bir duası yoktu onun, başka bir anlatısı, hayali yada hayal kırıklığı. Hatta ilmek ilmek dokuduğu cümlelerinden başka davası da yoktu.


Bu yüzden çantasını sırtına taktığı gibi çıktı yola. Yazmanın kutsallığına erişmesi için önce keşfetmesi gerekiyordu. Keşfetmeye kendinden başladı. Yol'da attığı her bir adımda biraz daha yaklaştı kendine. Ve nihayet AŞK'la tanıştı. Önce Rumi'den dinledi AŞK'ı, sonra Emre'sinden. Kenan ili'nde aradı cennete giden sağ yolu, yani AŞK'ı. Ahlakı ve AŞK'ı yeniden taddı Züleyha ile, Züleyha'nın Yusuf'a olan AŞK'ı ile.


Kenan ili'ndeki Yusuf'u bulmak ne zordu. Yerin kaç kat altındaki kuyulardan kurtarmak Yusuf'u... Ve ölüm yolculuğuna çıktı kız. Yerini, yurdunu, Aşk'ını, imanını, hayallerini terk edercesine kırptı rüyalarını. Kitaplarını ateşle buluşturdu. Yazamadı. Tüm hayatı kelimeler olan kız, lal oldu sustu. Ölümden değil, yaşamaktan daha çok korktu.

Ölüm yolculuğunun sonunda bir öykü düştü gönlüne. Dedi ki "Okumaktan ve yazmaktan başka çarem yok. O halde okuyayım ve yazayım." Okyanusun Ötesi'ini aldı eline ve yıllarca Özkan'ına döktüğü gözyaşları ile yeniden başladı yazmaya, yeniden başladı sevmeye. Hep derdi ki "Keşke herşey farklı olabilseydi. Cem hiç ölmeseydi, Özkan öldürülmeseydi, Emre ve Hayal hiç terk etmeseydi." diye. Başka bir zamanın başka bir dünyasının Okyanus Ötesi'ni yazmaya başladı böylelikle. Ölenlerin hiç ölmediği bir öykü ile.

Bu yüzden yine yeniden bir kez daha Okyanusun Ötesinde görüşmek üzere...





13 Ocak 2016 Çarşamba

Bir Meleğin Bir Koruyucuya Mektubu



Bana adını söyle küçük kız. Yeniden başlayalım yaşamaya ve yeniden başlayalım sevmeye.


İnanır mıydın 6 sene önce, Cem'in ölümünü yazdığın o gece, yüreğinin ortasına o bıçağı saplarken, bir Lotus Meleği'ne aşık olacağını ve affedileceğimi, affedileceğini?
İnanır mıydın küçük bir kızken büyüyüp böylesine yasak bir aşkın peşinde düşeceğine? Ah be Güneş, Adem bile Havva'ya bu denli helal değildi bir meleğin bir koruyucuya ait olduğu kadar. İnanır mıydın küçük kız, mutlu olmaktan böylesine korkacağına?


Yaşadığımız herşeyi yaşamamız gerektiği için yaşarız. Ve bu derin bir konu. Ama bildiğim bir şey var Güneş. Bunun hiç bir önemi yok. Sen buradasın, benimlesin.


Ama sen , SEN ola ki, gel'emezsin bana. Sen ben ol, öyle düş yollara.
Ve bunun için mutlu olmaktan vazgeçmek zorunda değilsin. Buna inanmak istiyorusun ama inanmaya da korkuyorsun.
Korkma! Cesur ol!


"Cennet beklentim yok ki, cehennem korkum olsun" diyorsun. Atma kendini ateşlere Güneş. Çık mevzundan. Cehennemi tanıdın, tattın oddan. Sıra hurilerinde, hurma yapraklarında, sıra ab-ı hayat sularında. Sıra cennette.


Hadi Güneş! Korkma mutlu olmaktan, başarmaktan.


Bazen küçük kızların Güneş olabilmesi için melekler yaratılır, melekler insanlaşır ve melekler aşık olur. Ne tuhaf değil mi bir meleğin bir koruyucuya aşık olması.

Okyanusun Ötesinde görüşmek üzere...




                                                                                                                                            

Okyanusun Ötesinde





Bugün günlerden garip gün. Bugün canımın, can parçamın gitmesine izin verdiğim gün. En çok korktuğum şey onu kaybetmekken, onsuz kalmaya razı olduğum gün.                                                          
Bazen bu aşkın bana ceza mı, ödül mü olduğunu anlayamıyorum. Ödül çünkü, hiçbir varlığa nasip olmayan bir lütufla şereflendi İNSAN ismiyle işaret edilen; Aşk’la. Ve Aşk yeri geldi Leyla’yı unutturup Mevla’yı buldurdu gönüllerde, yeri geldi dağları deldirdi bir garip Ferhat isimli gençlere, yeri geldi döndürdü 7 kere, sema oldu, kainata vücut oldu. Ve ben, yüreğime yakışan Aşk için her gün şükrettim,
her gün dua ettim. Dilim lal oldu, sevgimi sevgiliye bile itiraf edemedim. Ve ben her an, ona dokunamadığım, ona kavuşamadığım, ona sarılamadığım her an için binlerce gözyaşı döktüm. Bu Aşk bana ceza mı anlayamadım. Ben vuslat için cenneti bekledim.


Ama düşündüm. Havva bile Adem’e bu kadar helal değilken, bir melek bir koruyucuya bu denli nasıl ait olur? Bir melek, bir koruyucuya nasıl Aşık olur?  Oldu işte. Güneşliği hatırlatabilsin diye yasak bir meyve oldu yüreklere. İlk ısırık kadar tatlıydı gülüşü, sesi, nefesi. Ve o elmanın zehri gibiydi öldürücü benliği. Ama o Aşk’ı seçti. Feda etti melekliğini Güneş’i uğruna. O şeytanını Müslüman etti. Af diledi, tövbe etti. Çünkü Aşk bu demekti.


Kenan’dı Yusuf oldu. Yusuf’du Özkan oldu. Özkan’dı… Güneş oldu.


Ve AŞK secdeye değdi, Subhane Rabbiyel Ala ve dedi ki yürek; Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla, beni kul et Aşk’a. Bilirim kolay değil, çetin bir yol benimki. Ama olsun kabulümdür.  Yunus 40 yıl odunlarla yaşamış da Emre olmuş, Taptuk’un dergahında. Beni veririm başımı Aşk uğruna Şems gibi, ben de veririm aklıma Leyla uğruna Kays gibi. Ama gerek yok dedi yürek, hayallerini versen yeter. Verdim canımı, can parçamı, gitti…
Aşk vücut buldu Güneş’te. Özkan adı gibi feda ederken melekliğini Güneş’i uğruna o da adı gibi yemin etti sırı korumaya. O artık sırrın koruyucusu, sırrın taşıyıcısı olmuştu.


Bir öykü düştü gönlüme ve anladım ben Güneş ve Özkan’ın hikayesini anlatırken aslında herkesin hikayesini anlatmışım. Bu hepimizin öyküsü olmuş meğer. Güneş’in, Özkan’ın, Zeynep’in, Santiago’nun, ölenlerin ve sağ kalanların öyküsü.


İşte bu yüzden okyanusların ötesi daima kuraktır yüreğimde.
Yüreğime hoş geldiniz.


Okyanusun ötesinde görüşmek üzere…